Sayfalar

8 Ekim 2015 Perşembe



Yaşamak konusundaki yeteneksizliğimden kaynaklanan mide bulantısıyla uyandım bu sabah. Bağışıklık sistemimin beni yine çıkmaza sürükleyeceğinden hiç kuşkum yoktu. Zira canım ‘çay’ içmek bile istemiyordu… Zaten canı yaşamak istemeyen birinin çay içmekten keyif alması beklenemezdi… Ben de tekrar yatağa döndüm. Dört köşesi de kirlenmiş tavana bakarken, yaşamayı neden bu kadar çok ciddiye aldığımı düşünüp, bütün bu karmaşık duygu evrenime bir de öfkeyi ekledim. Hayattan hiçbir beklentisi olmayan birinin ondan bu denli sıkılmasına mantıklı bir açıklama getirmek istediysem de yapamadım. Çünkü ne ruhum ne de henüz uykusundan uyanamayan bedenim, mantıklı açıklamaları kaldırabilecek durumda değildi. Bugün yapılacak en güzel şey ‘eylemsizlik’ti. Olan biteni yorumlamadan sadece izlemek… Bir çıkış yolu aramaksızın benliğin çıkmazlarında, kollarımı ayaklarımla senkronize sallayarak yürümek… Öyle de yaptım. Hem ne var bu kadar abartacak? Dipsiz bir bunalımdayım hepsi bu! Yorgundum… Bu denli yorgunken ruhumda olup bitenleri açıklamaya kalkmamalıydım. Zaten hissettiklerim, hissetiklerimi dile getirmeme engel oluyordu. Emin olduğum tek şey; bu hüznün çok eskiden beri bana eşlik ettiğiydi… Onunla yaşamaya o kadar alışıktım ki onu, yüksek vurguyla ‘bitti’ diye haykırsam bile içimde bitiremediğim aşklara benzetiyordum. Böyle bir kaç saati yatağımda geçirmeye kararlıyken yağmurun, içeri girmek isteyen sabırsız bir komşu gibi cama tıkladığını işittim. En azından tavanın çilesi bitti diye düşündüm. Yalnızca kendim için bestelediğim anlamsız şarkıları söyleyerek yatağımdan kalktım ve perdeleri açtım. Camın önüne oturup gözlerimi ve kulaklarımı yağmurun dansına ve şarkısına odakladım. Yağmur bittikten sonra hissettiğim sıkıntılı huzuru yazmak için masamın başına oturduğumda Pessoa düştü aklıma. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle diyordu: “Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir, ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından.” Yani demem o ki, müthiş bunalımım ve ben bu hayata pek de yabancı değildik… Hele hele kendimize hiç değil! Sanırım yaşama ayak uydurmanın tek yolu da bu… Aşırı duyarlı olmak nasıl görüş alanını netleştiriyorsa, yazmak da görmezden gelmeyi o kadar kolaylaştırıyor. İşte bu satırları yazmamın tüm sebebi bu… Şimdi izninizle canım biraz göz yaşı istiyor! 

21 Ağustos 2015 Cuma

Childe Hassam - The Terre-Cuite Tea Set (French Tea Garden) 1910

İnsanın sürekli düşündüğü şeyler üzerine konuşamıyor olması çok ilginç. Düşünmekten bir hayli yorulduğumuz için konuşmaya üşeniyoruz belki de… Hani Ingmar Bergman’ın ‘Aynanın İçinden’ filminde, karakterlerden birine söylettiği gibi… Her şeyi nasıl anlatmamız gerektiğini biliyoruz. Ama her an doğru sözcükleri bulamıyoruz. Bu sessizliğin sorumlusu sadece uyuşukluğumuz değil, bir o kadar da korkak olduğumuz için konuşamıyoruz. Korkuyoruz, çünkü düşün dünyamızdan dökülen sözcüklerimizin, karşı tarafın algı duvarını aşamayacağı endişesini de taşıyoruz. Ya da bu algı duvarını aşan sözcüklerin, karşı tarafta, benliğimizi aşağılara çekeceğinden kaygı duyuyoruz. Her halükarda, bir türlü ifade edemiyoruz… Hadi geçtim sözcükleri, duygularımızla bile düşünceyi hayata döndüremiyoruz. Oysa düşünmenin nabzı yüksektir, kalbini durdurmak imkânsızdır… Düşünceyi susturmanın tek yolu onu nefessiz bırakmak, yani öldürmektir.  Peki, biz neden kolay olanı seçiyoruz?

Son zamanlarda sevmek ve sevilmek üzerine uzun uzun düşünüyorum. Sevginin gerçek bir duygu olarak insan dünyasında var olduğuna (hala) derinden inanıyorum. Ancak bu sevgiyi kabul etme ve yansıtma tarzımı sorguladığımda tıkanıp kalıyorum… Zira sevginin ayrı şekilleri olmadığını düşünüyorum. Yoksul, varlıklı, yüksek ya da alçak, sevginin bir orta yol bulabildiğini biliyorum. O zaman neden sevgiyi kabul etme ve yansıtma eylemlerini sorguluyorum? Çünkü özlem duyuyorum… Düşünmek zorunda olmadığım bir sevme ve sevilme anlayışına duyduğum özlemden bahsediyorum. Sınırları tespit edilmemiş, yaradılışımın içinde hali hazırda var olan ve dışarı çıkmak için çırpınan duyguyu özgür bırakmaktan bahsediyorum…

“Sevgiyi nasıl ölçersin Güzin?” diyorum zaman zaman ve çok kızıyorum… Sonra “Nasıl birinin, sevgini kalıplarla ölçmesine izin verirsin?” diyorum daha da kızıyorum. Sonra “Herkesin sevme biçimi farklıdır” diyenlere ateş püskürüyorum. “Sevmenin biçimi yok, herkes sever, sevdiğini belli etmek için ne yapması gerektiğini düşünmez, eğer sevgi gerçekse, o zaten hem sevene hem sevilene tatmin verir” diye haykırmak istiyorum ki, işte tam da yazmaya başladığım yere geri dönüyorum…

Hulasası, düşünmek de, sevmek de, yitirmek demek bir anlamda… Bilinci, sözcükleri, duyu organlarını nötr hale getirmek. Hem Thrasymachos ne demişti: “ Var olmak istiyorum, dediğin zaman bunu söyleyen yalnızca sen değilsindir. Bunu her şey söyler, en ufak bilinci olan her şey. Bu bireyin değil varoluşun kendisinin çığlığıdır. Yalnızca kendinin ve var oluşunun gerçekte ne olduğunu, yani evrensel yaşama isteği olduğunu güzelce kabul et, o zaman bütün bu sorular sana çocukça ve saçma görünecektir”

Sevgi de böyle galiba düşünmek de… Bireyin değil var oluşun ızdırabı bütün bunlar…

Ama ben korkmuyorum!

Algı duvarını aşan benliğimle de aşamayan benliğimle de alıp veremediğim yok…

Kendimden o kadar eminim ki, hele de insanlarla hiçbir derdim yok…


Zaten insan denen iki ayaklıların kapasiteleri dahilinde, hesaplanmış sevgilerine inanmaktansa, yazdığım yere dönerim daha iyi… Yolun sonunda yorgun olmam, memnun olmadığım anlamına gelmiyor ki… Tıpkı maraton koşan bir yarışçı gibi… Yorgun olabilirim, ama mutluyum… 

19 Nisan 2015 Pazar

Karmaşık ve Derin


O'nu suçlamıyorum. Başka ne yapabilirdi ki? Yıllarca O'na öğretilenleri sabırla dinlemiş ve bu öğretileri, hiç sorgulamadan kabul etmiş ve hepsine gönülden inanmıştı. Bu nedenle; o zamanlar baş kaldırma cesareti gösteremediği tüm fikirlerin bugün en ateşli savunucu bizzat kendisi olmuştu. O, tüm inandıkları, zaman zaman O'nu hayal kırıklığına uğratmasına rağmen bu tutumundan asla vazgeçmemişti. Bu da O'nun yorgun; ancak sorumluluklarına bağlı, dürüst bir kişiliği olduğunu ispat etmeye yetiyordu. Bu durumda kızgınlık hiçbir işe yaramazdı. O'nu değiştirmeye çalışmak da sonuçsuz bir çaba olarak askıda kalırdı. Zaten bu bir hata değildi, hele de O'nun sahiplenmesi gereken bir hata hiç değil! Çünkü çok az insan, kavramların sabit bir anlamı olmadığını erken yaşta kavrayabilir, düşünmeye, sorgulamaya, bir fikrin ne yanında ne de karşısında durmaya olağan gayretiyle direnebilirdi. Çok az insan, bu yetenekle dünyaya gelmişti ve hepsi birbirinden çok uzak yerlerde aynı endişeleri hissediyordu. Peki, gerçekten de kavramların sabit bir karşılığı olmayabilir miydi? İşte O, buna hiç mi hiç inanmıyordu. O, ötekileştirdiği az sayıda insanı, derin ve karmaşık olmakla suçluyor, ezbere yatkın tembelliğini, "basit" ve "şeffaf" yaşamak  sözcükleriyle tanımlıyordu. Bu düşüncesi kendini, çok sık kullandığı; "Sizi anlayamıyorum ve siz de beni hiç tanımıyorsunuz" cümleleriyle belli ediyordu. Zaten "anlamamak" ve "anlaşılamamak" kavramların, sabit bir manası olmayacağı ile doğrudan alakalıydı ve O, her sözcüğün ve bu sözcüklerin oluşturduğu her cümlenin, kişiye özel tavır değiştirebileceğini reddettiği takdirde şikayet etmeye devam edecekti. Çözüm maalesef basit ve şeffaf değil oldukça karışık ve derindi. En kötüsü de; "anlamak" ve "anlaşılmak" istiyorsa ezbere yatkın tembelliğini bir kenara bırakıp, bu bilmeceyi çözmek için çabalamak zorunda oluşuydu. Peki, kavramlar kişiye özeldir diyen bu az sayıda insan neyi kastediyordu? Tabi ki, insanları tanımak ve anlamak için aynı dili konuşmak gerektiğini. Peki, bu dil nasıl yaratılırdı? Tabi ki, öğrenerek... Karşımıza aldığımız her bireyin, kavramlarının içini dolduran, onlara şekil kazandıran tecrübelerini, yaşanmışlıklarını, kendi doğrularımızdan bağımsız, ön yargısız irdeleyerek. Peki, bu mümkün müydü? Evet, öğrenmenin tek koşulu vardı, o da; dilini öğrenmeye kalkışacağımız kişiye verdiğimiz değer ve saygının şiddetiydi. Bu da demek oluyor du ki, "anlaşılmak" önce "anlamak" ile başlıyordu... O, düşünüyordu... Çok geç olmadan bir karar vermeliydi... Ne diyordu Rumi: " sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşıdakinin anladığı kadardır." Ya bu az sayıda insanın, algılarına karşılık gelen kelimeleri öğrenecek ve sonrasında onları da, kendi dilini öğrenmeleri hususunda ikna edecekti ya da vazgeçecekti. O, çok iyi biliyordu ki, bu insanlar O'nun anlamak konusunda gösterdiği çabayı asla karşılıksız bırakmazdı... Ancak O, yine kendine öğretilenlere ve inandıklarına ihanet etmedi, vazgeçti. Çünkü O, bu insanları değerine layık göremezdi. O'nun için değere layık olan; "basit" ve "şeffaf" maskesi altında gerçek kimliklerini gizleyen korkaklar, her türlü rolü hiç zorlanmadan sahneye koyan iki yüzlüler, dar görüşlerinin kısıtlandırmasıyla kendilerini bir örgüte mahkum hissedenlerdi. Schopenhauer'un tabiriyle bu insanların; müphem, esrarengiz, azap verici, rüya gibi gelip geçici varoluşları, O'nun için oldukça karanlık ve can sıkıcıydı. O, bu taşıması güç erdemle yaşamaktansa, ahkam kesmeyi, duygudan yoksun dilini düşüncesizce savurarak hassas kalpleri paramparça etmeyi tercih ederdi. O, barikatta çatışırken mücadeleyi değil her zaman otoritesini kullanmayı yeğleyenlerdendi. Sertti, katıydı,esip gürler, yıkar geçerdi... En başta da söylediğim gibi bu durumda kızgınlık, hiçbir işe yaramazdı... Bu bir hata değildi, hele de O'nun sahiplenmesi gereken bir hata hiç değil. Hem Seneca ne diyordu: " unus quisque mavult credere, quam judicare." Yani; "herkes aklını kullanmak yerine, inanmayı tercih eder." İşte O'nun şeffaf dediği aslında bu kadar basitti...

14 Nisan 2015 Salı

Mesele terlik değil!





Öfke…

Doğru bildiğim her şeye karşı beslediğim aşk ne kadar büyükse, haksızlığa karşı hissettiğim öfke de o kadar kuvvetli…

“İnsanlığı bütün olarak ne kadar seviyorsam, tek tek insan olarak o kadar sevmiyorum.” diyor ya Dostoyevski, işte öyle sevmiyorum sizi.

Hayır, anlıyorum zaten sahtekar iyilikleriniz var; ancak kötülük yaparken bile içten değilsiniz artık ona üzülüyorum.

Sinirleri ve beyni besleyen o kan, neremizde coşuyor da bu kadar çirkin olabildik? Ben bir türlü cevap bulamıyorum.

Sorun şu:

“Ali” adında bir arkadaşımız, herkes gibi metroya biniyor. O gün, -yazın herkesin kullandığı bir ürün olarak, giyilmesine neden bu kadar şaşırdığımıza anlam veremediğim-  terlikleriyle, boş bulduğu koltuğa yerleşiyor ve  -benim de toplu taşıma araçlarında sıklıkla vaktimi boşa geçirmemek amacıyla uyguladığım yöntemlerden biri- kitap okumaya başlıyor. Gayet sıradan olan bu olay, nedense insan olarak evrimini tamamlayamayan mutantlarımızdan birine çok enteresan geliyor ve hayvanat bahçesinde maymun görmüş gibi telefonunu cebinden çıkarıyor, Ali’nin fotoğrafını çekiyor, altına da şöyle not düşüyor: “entel olcam kız tavlıcam diye kendini yırtan izban kekosu :d terliklerine bayıldım :*" 

Buraya kadar her şey zaten içler acısı. Peki, beni öfkelendiren bu mu? Hayır… İzin verin anlatayım.

İnsan, evrimini tamamladığında, biyolojisinin ona hediye ettiği, duyu organları gelişmiş olarak yoluna devam eder. Hal böyle olunca; kırılabilir, üzülebilir, bunu çok yoğun hissettiği durumlarda ağlayabildiği gibi izahat verme ve durumunu açıklama yöntemine başvurabilir.

Hikayemize dönersek… Ali de onu tanımayan birinin hakkında düşündüklerini okuyunca ve çoğu insanın da bu çirkin yorumdan haberdar olduğunu öğrenince, kırılmış olacak ki, kendini tanıtmış. Daha doğrusu, neden terlik giydiğini ve neden kitap okuduğunu açıklamak zorunda bırakılmış ve şöyle demiş “Arkadaşlar fotoğrafta ki şahıs benim ve hiç utanmıyorum karşımda oturmuş olan kıza veya çevremde hiç kimsenin namusuna bakmadığım için... Evet, ben cebi çok zengin bir insan değilim hatta ilkokul 6 sınıf terkim annem babam ayrı toplumun huzurunu kaçıran soytarı olmadım utanıyorum...

Çalmıyorum çalışarak kazanıyor param yettiğince kitap almaya kütüphaneye gitmeye çalışıyorum çok utanç duyuyorum böyle bir insan olduğum için... 
Elbisem kirli terliğim bindiğim metroya uygun değil işte zihnimi kirletemiyorum utanıyorum. Ama her ne olursa olsun bana kitaplar böyle olmayı öğretti insan olmayı hayvanlaşıp çevremi kirletemiyorum üzgünüm utanıyorum...”



Birincisi, bu bir fakir edebiyatı değildir. Edebiyatın zengini ve fakiri yoktur. İkincisi, “ulan o kadar kitap okuyorsun, bari noktalama işaretlerini doğru yaz” yorumu yapanlar için; size ağzımla gülemedim maalesef. Çocuk zaten diyor ki, ben kendimi geliştirmeye çalışıyorum; okumak istedim, okuyamadım. Ama tabi ki biz ne yapıyoruz? Asla okuduğumuzu anlamıyoruz... Evet, ben de editörüm, kitap yazıyorum ve noktalama işaretlerinden tut da –ki ve –de ayrımlarına kadar hiç kafama takmıyorum. Çünkü kurallardan hoşlanmıyorum. Önemli olan noktayı nereye koyduğum değil zaten, gerçekten noktayı hangi konu üzerine koyduğum, meseleyi bu okuduğunu bile anlamayanlara, anlatıp anlatamadığım ki o pasajda noktalama işaretlerinden daha fazla dikkat çeken kelimeler var. Üçüncüsü, “demagoji, ajitasyon... arabesk ne ararsan var amk insanımızda. hemen de yapıştırmışlar "yüreği zengin" sıfatını. oğlum ne mal, ne duygusal adamlarsınız ya. o elemanın fotoğrafını çeken şahıs peşin hüküm yaparak taşak geçmiş, siz de yine aynı peşin hükümle kolluyorsunuz. üf çok salaksınız.” yorumunu yazanın bu terimleri kimden duyup bize geri ilettiği konusundaki merakım. Zira son cümlesi aynı havayı soluyamayacağımız konusunda beni baya aydınlattı…

Hulasası, bu fakirlik meselesi yıllardır hepimizin meselesi… Oturmuş olan rejimin alçaklığı, insan kalbinin satılmışlığı ve kokuşmuşluğu hepimizin meselesi… “Ayakkabı alacak parası mı yokmuş? Bırakın bu fakir ayaklarını. Mevzu sadece terlik.” yorumunu yazan dangoz, düşünür de üzülür müsün bilmem; ama ayakkabı alacak parası var. Lakin Ali, ayakkabı değil de kitap alıyor…


Yazık! Dünya ne kadar uzak bizden ve ne kadar az tanıyorsunuz insanları… Elitist ve taklitçi bakış açınızla sadece midemi bulandırıyorsunuz… Ama ben inanıyorum. Marx’ın dediği gibi sadece mezardan çıkış yoktur. İnsanlık, ana rahminde... Ali ve onun gibi insanlarla büyüyecek ve yaşayacak… 

26 Mart 2015 Perşembe

Var oluşun başlangıcı insan


Aslında yazmaya pek niyetim yoktu. John;  -Galina Serebryakova’nın “Ateşi Çalmak” isimli romanın ilk kitabında yer alan karakter- “Eski şeyleri hatırlamak, kesilmiş tırnakları biriktirip korumak gibi bir şey. Olmuş ve artık yok; bu da hiçbir zaman olmamış demektir” cümlelerini masama bırakıp gidine kadar… Çünkü ortaya saçtıklarıyla, tek başıma mücadele etmem imkânsızdı… Bu serzenişi korkakça buldum. “Sen tam bir korkaksın. Düpedüz yaşadıklarından korkuyorsun.” diye arkasından bağırmak istedim. Boşlukta kımıldayan ve derli toplu denemeyecek dolabımı daha fazla dağıtmaktan başka görevi bulunmayan bir sürü anıya sahip olduğum aklıma gelince, daha çok sinirlendim. “Olmuş ve artık yok” ne demekti ki? İnsanın inkârla insan olmaya çalışması ne boş bir çabaydı!

Sartre "Varoluşçuluk ve Hümanizm" adlı yapıtında ne diyordu?  "Tüm var oluşun başlangıcı insandır, insan kendi ile yüzleştiğinde, dünyadaki varlık hissi insanın içini kaplar ve daha sonra birey bu algının içerisinde kendini tanımlar. Tabii ki, bu iyimser düşünüşü kast ettiğimizde: Birey, zalim bir insan olmak yerine birçok farklı yol içinde hareket etmeyi seçebilir. Burada açık olan şudur ki, insanların iyi veya kötü olmayı seçebilmeleri için, aslında onların elinde esas olabilecek hiçbir şey yoktur.”

“Bir ağaç düşünün. Ağaçların yaşamları boyunca 'olacakları' varlık çizilmiştir. Onların özü toprağa düşen kozalaktır ve toprak, ağacın varoluşunu tamamen eline almıştır. Öz, varoluştan önce ya da en azından aynı sırada gelmektedir. İnsanın özü, kalıtım, ona bir yol çizmez. Yalnızca seçeneklerini daraltır. İnsan önce var olur, daha sonra yaptıkları ve yapamadıklarıyla 'özünü' oluşturur.

İşte bu yüzden John’a haksızlık ettiğimi düşünmüyorum.  Duygularının şiddetiyle sarsılabilen az sayıda insan, John gibi duygularını törpülemeyi başaranlar – ya da yaşadıklarından kaçan mı demeliyim?- karşısında neden korkak görünsün ki? Bana sorarsanız; hayatın bize çektirdikleri arasında en yüce görev, “geçip gidememektir” derim… Yaşadıklarımı John gibi olmamış kabul edemiyorum ve asıl cesaret bence bu, yüzleşmek! Acı çekeceğimizi bile bile anıların üstüne yürümek… İlk varoluşu düşünüyorum; Âdem’i… Elmayı dalından kopardığı gün, o ağaca mahkûm olmamış mıydı? Ve bu günahla yaşamayı kabul eden ilk kahraman…

Bu noktada var olduğumuz konumu da sorguluyorum. –Belki John’a hak verebilirim.- O zaman da kendime; “koşullar ne olursa olsun hangi insan olmayı istiyorsun?” sorusunu soruyorum. Kaçan mı, yüzleşen ve savaşan mı? Tüm ham veriler karşısında (zekâ, boy, hastalık, statü vs.) takınacağım tavır bana bağlı değil mi? Ve ben bu tavrı inkâr ettiğim bir geçmişin üzerine oturtamam. Bu hayat boyu cümlelerin derinliğiyle değil de sözcüklerin dış yüzeyiyle ilgilenmek gibi… Anlatabiliyor muyum?

John’un onca serzenişi arasında “neden bu cümle kulağında çınladı Güzin?” derseniz, artık çok yoruldum… Tek ve basit olan insanlar karşısında karmaşık ve derin olmaktan sıkıldım…

Yaşamakta biraz ısrarcı olmak lazım… Hep şarkı söyleyen kuşları değil de biraz kırılan dalların sesini de dinlemek gerek. Hayatı yaşamak; derin bir metafiziktir. Öz, böyle inşa edilir.  Hayatı sağlam bir psikolojiyle beklemek, geleni kabullenmek, sükûnetle yüzleşmek, “Olmuş ve artık yok” demekten çok daha cesur bir tavırdır ve güçlü insanlar kesinlikle bu yolu seçer…

Hulasası; dünyayı bu farkındalık kurtaracak… Tabi başarabilirsek… 

3 Aralık 2014 Çarşamba

Öğren ve Öğret



Hadi diyelim ki; saygının ve hoşgörünün varlığının bir kemali olduğunu bilmiyorsun peki, be adam hiç var olmamışcasına kendi kafana göre bu şekilde yaşayabileceğini nasıl düşünüyorsun? Hangi akla hizmet ettin de bu yaşa kadar bu süfli düşünceyle geldin merak ediyorum?

Hayır, bu kadar kızıyorum; çünkü Schopenhauer ile beni boşanma noktasına getirdiniz. Tutturmuş yaşama isteğinin yönlendirmesiyle kötülüğe tahammül edilebilir Güzin, yapma etme… Ama kusura bakmasın yani bir yere kadar…

Tahmin ediyorum, ne oldu yine de klavyenin tuşlarına hunharca abanıyorsun diyeceksiniz… Söyleyeyim; o kadar “iyi niyet” makyajı yapmış “kötü niyet” diyalogları duyuyorum ki, sessiz kalamadım… Özellikle bu abartılı makyajı fark ettiği halde hoşgörüsünden taviz vermeyen güzelim insanların olgunluğunu, erdemini gördükçe cinler tepeme çıkmakla kalmayıp, sinirlerimi talan ediyorlar.

Bak çocuğum, “erdem” kod adlı yüce değerin çıkış noktası nefis eğitimidir.  Bu eğitim, doğduğumuz anda başlar. Kalbi, aklı, vicdanı ve ruhu olan herkes, sahip olduğu bu uzuvları kullanarak sınavını başarıyla geçebilir ki, bu dört unsura sahip olmayan bir insan yaradılışı olmadığı konusunda hem fikiriz herhalde. Ancak tüm bunlara karşın şöyle de bir gerçek var ki; bizler varlığımız gereği içimizde her zaman ikileme maruz kalırız. Sadece bizler değil doğada da bu düaliteyi görmek mümkündür. Yani evet, “iyilik” yanında “kötülük” ile vardır; ancak bunun şiddetini yönetmek insan tekâmülündedir.

Buraya kadar her şey normal. Peki, siz kötü niyetinden ısrarla sıyrılamayanlar, anlamadığınız şey ne? Yaptığınız kötülükleri pekiştirmek yerine onlardan ders çıkaramamış olmanız ve size yapılan kötülüklere intikam güdüsüyle yaklaşmak yerine bunu “erdem” için yakıt olarak kullanmamanız. Pür kötüsünüz! Çürümüş olduğunuz yetmiyor gibi bir de çürütmeye kalkışıyorsunuz. Neden mi? Yazdığım yazının dördüncü paragrafında diyorum ki: “…Kalbi, aklı, vicdanı ve ruhu olan herkes…” Yani tekâmül aşama aşama olur. Merdiven çıktığını düşün; nasıl ki kırık ve eksik basamakların varlığında yolunu tamamlaman mümkün değilse nefsini de, vücut kod adlı elbiseden tut da ruhuna kadar devam eden süreçte eğitemezsen bir adım öteye geçmen pek mümkün olmayacak. Yani olduğun yerde tüm kötülüğünle kalakalacaksın.

“Ay ne güzel de yazıyorsun, tuşları tıkırdatması kolay” diyen okuyucu, ben sana kolay olacak demiyorum; ama varlığına anlam katmak için buna mecbursun diyorum. Çünkü bu dünyaya bunun için geldin.

Mevlana der ki: “Nefsin hevâ ve heveslerini kır, onlardan vazgeç; ama önceden de kendinle bir şart koş da ahdinden dönmemeye uğraş, yoksa hastalık kalakalır sende; iyileşme imkânının da yok olur gider.” Ayrıca, “Meselâ bir ağacın kökünden içten gelme bir nemlilik, canlılık olmasa, sen ona bin selin suyunu döksen, yine faydasızdır... Bütün âlemi nur kaplamış olsa, gözde bir nur olmadıkça, hiçbir zaman o nuru göremez...” de der; ama ben yine de şuraya bir yere koyayım bu yazıyı.

Hulasası; tabi ki “iyi” ve “kötü” beraber değerli. Ama biz tahmin ettiğimizden çok daha güçlü varlıklarız. Direksiyon bizim elimizde ve ne tarafa çevireceğimiz bize kalmış. Ruhunuzu harcamayın; çünkü sizinle her yere gelecek tek fedakâr ruhun ta kendisi! Dünya dursa o yaşamaya devam edecek…

Schopenhauer ile benim ilişkime gelince, endişelenmeyin. Biz arada tartışırız; ama gönlümü almasını hep bilir. Zira Goethe’nin “Her şeyimi hiçliğe bıraktım” sözlerinden esinlenerek dedi ki: “İnsan ancak mümkün olan bütün talepleri içinden atıp, çıplak ve çolak varoluşa geri döndüğünde, insan mutluluğunun zeminini oluşturan o ruh sükûnetine erişebilir.”



Şimdi yedeğinize bir miktar sabır, bir miktar da hoşgörü alın ve hemen yola çıkın. Karşınıza çıkan kim olursa olsun varlığınıza kattığınız değerden çok şey öğrenecektir. Zira “kötü niyete” karşılık vermek için alevlenmek, yağmura şemsiyesiz yakalandık diye hiddetlenmek kadar aptalcadır. 

29 Ekim 2014 Çarşamba

Okumak, sorgulamak ve yeniden yazmak...



“Neden kitap okuruz?”

Soruyu okuyunca insiyaki olarak gülümsediniz, biliyorum. Aslında çok ciddi bir sorun bu. Öyle ki, bana Ernst Fischer’ın “Sanatın Gerekliliği” adlı kitabından bir pasajı anımsattı. Diyor ki Fischer:

“…Milyonlarca insan kitap okuyor, müzik dinliyor, sinemaya gidiyor. Neden? Oyalanmak, dinlenmek, eğlenmek istiyorlar demek, soruyu pekiştirmekten öteye gitmez. İnsanın bir başkasının hayatına, sorunlarına gömülmesi, kendini bir resim, bir müzik parçası ya da bir roman, oyun, film kişisi gibi görmesi, neden oyalayıcı, dinlendirici ya da eğlendirici olsun? Böyle gerçeklik dışı olaylara neden yoğunlaşmış gerçeklikmiş gibi tepki verelim? Ne tuhaf ve anlaşılmaz bir eğlencedir bu? Eğer yetersiz bir yaşayıştan daha zengin bir yaşayışa, tehlikelerden uzak yaşantılara kaçmak istiyoruz dersek, o zaman yeni bir soru çıkıyor ortaya: Yaşayışımız neden yeterli değil?”

Uzun zamandır paylaşmak istiyorum, zira her cevabın içinde yine soru bulmaktan kendimi alamıyorum.

Sizi bilmem; ama benim için roman karakterleri yaşayan insanlardan daha değerli bir kaynaktır. Sadece nefes alan dünyaya değil, tozlu sayfalara karışmış her karaktere baktığımda yaşam ile ilgili geniş bir tahayyüle sahip oluyorum. Bu karakterleri, Fischer’ın pasajından münzevi düşünemiyorum. Öyle ki insanı, kendini sürekli aşmak için çabalıyor görüyorum…

Meselen;

Balzac’a dokunuyorum. Félix de Vandenesse, içinde sevinçten daha fazla dert taşıyan bir adamın kendine yetme çabasını hissediyorum. Marcel Proust, Swann’ların Tarafı isimli eserinde yaşayışı yetersiz o kadar çok karaktere geçiş yapıyor ki; yazar olma hayalleri içinde bir çocuk, konumunu aşk uğruna reddeden bir adam, hasta olmaktan memnun bir hala vs… Sonra  Camus’ün Yabancısı… Düşünsenize, ismi bile belli olmayan bir adamın kader içinde çırpınışı…  Sanki “Pardon, adım …” diye konuşacak oluyor da, biri sözünü kesiyor ya da “Pardon, ben kahve istemiştim; ama siz çay getirdiniz” der gibi kinik bir adam, çizilmiş bir yazgıya razı geliyor… Örnekleri elbette uzatmak mümkün. Ancak hepsinin ortak bir amacı var ki; tıpkı operada sahne açılmadan önce çalan enfes bir orkestra melodisi gibi, bize ne yaşadığımızı ya da yaşayacağımızı önceden haber etmek…  

İşte tam da bu yüzden kitap okuyoruz. Özümüzde keşfettiğimiz gerçekliği aynada görmek, bu gerçeklikle baş etmenin yollarını daha önce tecrübe etmiş insanlardan ilham almak, dinsel, tensel, siyasal her türlü olguya ikna olmak, onaylatmak ve belki de karşıt görüşlerle tartışmak ve iki yönlü düşünebilmek için okuyoruz. Okurken Hamlet’i, Suç ve Ceza’yı, İnce Memed’i, Tutunamayanlar’ı tekrar yazıyoruz.

Okuyoruz; çünkü bize bir yıldız kadar uzak olan varoluşa ulaşabilmek için astronot olmamız gerekiyor ve hayal etmediğimiz takdirde bir uzay aracını kullanamayacağımızı hepimiz çok iyi biliyoruz. Hem ne diyor Oscar Wilde: “Sevgiyi besleyen hayal gücüdür; hayal gücü bizi bildiklerimizden daha bilge hissettiklerimizden daha iyi kılar.” Diğerlerinden farklı olmadığımızı görmek, yüksek duyarlılıkla sevmek, iyi bir insan olup iyi başka insanlar yaratmak, güzel olana dönüşmek için okumamız gerekiyor.  Tabi ki burada pörsük şiirselliğiyle insanların kaba ve yüzeysel yaşamlarını, onlara tekrar hatırlatmaktan başka görevi olmayan “çok satanlar”ı değil, hayatını ve varoluşunu sorgulayan ve okuyucuyu bu sorgulamaya devam etmesi için teşvik eden yazarları okumaktan bahsediyorum…

Her şeye yabancılaşmanın ve Fischer’ın tabir ettiği gibi kendine yetememenin ve yaşamı ıssızlaştırmanın sebebi de, aslında çok basit bir soruyu ciddiye almamak ile o kadar alakalı ki... Şunu hiç unutmayın, insanı insana anlatmanın en güzel yolu, güzel insanların güzel yazılarıdır…

Son olarak, Bergman hayranı olarak bir pasaj paylaşmak isterim ve akabinde size tekrar hatırlatmak istediğim bir soru var. Bergman diyor ki:

“Biz duygusal açıdan çok cahiliz. Bize anatomi, Pretoria’daki tarım, hipotenüsün karesinin dik kenarların karelerinin toplamına eşit olduğu gibi her tür boku öğrettiler. Ama insan ruhuna ilişkin tek bir şey öğrenmedik. Kendimiz ve başkaları hakkında kara cahiliz aslında…”

Şimdi sorabilirim; siz neden kitap okursunuz?