Sayfalar

26 Mart 2015 Perşembe

Var oluşun başlangıcı insan


Aslında yazmaya pek niyetim yoktu. John;  -Galina Serebryakova’nın “Ateşi Çalmak” isimli romanın ilk kitabında yer alan karakter- “Eski şeyleri hatırlamak, kesilmiş tırnakları biriktirip korumak gibi bir şey. Olmuş ve artık yok; bu da hiçbir zaman olmamış demektir” cümlelerini masama bırakıp gidine kadar… Çünkü ortaya saçtıklarıyla, tek başıma mücadele etmem imkânsızdı… Bu serzenişi korkakça buldum. “Sen tam bir korkaksın. Düpedüz yaşadıklarından korkuyorsun.” diye arkasından bağırmak istedim. Boşlukta kımıldayan ve derli toplu denemeyecek dolabımı daha fazla dağıtmaktan başka görevi bulunmayan bir sürü anıya sahip olduğum aklıma gelince, daha çok sinirlendim. “Olmuş ve artık yok” ne demekti ki? İnsanın inkârla insan olmaya çalışması ne boş bir çabaydı!

Sartre "Varoluşçuluk ve Hümanizm" adlı yapıtında ne diyordu?  "Tüm var oluşun başlangıcı insandır, insan kendi ile yüzleştiğinde, dünyadaki varlık hissi insanın içini kaplar ve daha sonra birey bu algının içerisinde kendini tanımlar. Tabii ki, bu iyimser düşünüşü kast ettiğimizde: Birey, zalim bir insan olmak yerine birçok farklı yol içinde hareket etmeyi seçebilir. Burada açık olan şudur ki, insanların iyi veya kötü olmayı seçebilmeleri için, aslında onların elinde esas olabilecek hiçbir şey yoktur.”

“Bir ağaç düşünün. Ağaçların yaşamları boyunca 'olacakları' varlık çizilmiştir. Onların özü toprağa düşen kozalaktır ve toprak, ağacın varoluşunu tamamen eline almıştır. Öz, varoluştan önce ya da en azından aynı sırada gelmektedir. İnsanın özü, kalıtım, ona bir yol çizmez. Yalnızca seçeneklerini daraltır. İnsan önce var olur, daha sonra yaptıkları ve yapamadıklarıyla 'özünü' oluşturur.

İşte bu yüzden John’a haksızlık ettiğimi düşünmüyorum.  Duygularının şiddetiyle sarsılabilen az sayıda insan, John gibi duygularını törpülemeyi başaranlar – ya da yaşadıklarından kaçan mı demeliyim?- karşısında neden korkak görünsün ki? Bana sorarsanız; hayatın bize çektirdikleri arasında en yüce görev, “geçip gidememektir” derim… Yaşadıklarımı John gibi olmamış kabul edemiyorum ve asıl cesaret bence bu, yüzleşmek! Acı çekeceğimizi bile bile anıların üstüne yürümek… İlk varoluşu düşünüyorum; Âdem’i… Elmayı dalından kopardığı gün, o ağaca mahkûm olmamış mıydı? Ve bu günahla yaşamayı kabul eden ilk kahraman…

Bu noktada var olduğumuz konumu da sorguluyorum. –Belki John’a hak verebilirim.- O zaman da kendime; “koşullar ne olursa olsun hangi insan olmayı istiyorsun?” sorusunu soruyorum. Kaçan mı, yüzleşen ve savaşan mı? Tüm ham veriler karşısında (zekâ, boy, hastalık, statü vs.) takınacağım tavır bana bağlı değil mi? Ve ben bu tavrı inkâr ettiğim bir geçmişin üzerine oturtamam. Bu hayat boyu cümlelerin derinliğiyle değil de sözcüklerin dış yüzeyiyle ilgilenmek gibi… Anlatabiliyor muyum?

John’un onca serzenişi arasında “neden bu cümle kulağında çınladı Güzin?” derseniz, artık çok yoruldum… Tek ve basit olan insanlar karşısında karmaşık ve derin olmaktan sıkıldım…

Yaşamakta biraz ısrarcı olmak lazım… Hep şarkı söyleyen kuşları değil de biraz kırılan dalların sesini de dinlemek gerek. Hayatı yaşamak; derin bir metafiziktir. Öz, böyle inşa edilir.  Hayatı sağlam bir psikolojiyle beklemek, geleni kabullenmek, sükûnetle yüzleşmek, “Olmuş ve artık yok” demekten çok daha cesur bir tavırdır ve güçlü insanlar kesinlikle bu yolu seçer…

Hulasası; dünyayı bu farkındalık kurtaracak… Tabi başarabilirsek… 

Hiç yorum yok: