Aslında yazmaya pek niyetim yoktu. John; -Galina Serebryakova’nın “Ateşi Çalmak” isimli
romanın ilk kitabında yer alan karakter- “Eski şeyleri hatırlamak, kesilmiş
tırnakları biriktirip korumak gibi bir şey. Olmuş ve artık yok; bu da hiçbir
zaman olmamış demektir” cümlelerini masama bırakıp gidine kadar… Çünkü ortaya
saçtıklarıyla, tek başıma mücadele etmem imkânsızdı… Bu serzenişi korkakça
buldum. “Sen tam bir korkaksın. Düpedüz yaşadıklarından korkuyorsun.” diye arkasından
bağırmak istedim. Boşlukta kımıldayan ve derli toplu denemeyecek dolabımı daha
fazla dağıtmaktan başka görevi bulunmayan bir sürü anıya sahip olduğum aklıma
gelince, daha çok sinirlendim. “Olmuş ve artık yok” ne demekti ki? İnsanın inkârla
insan olmaya çalışması ne boş bir çabaydı!
Sartre "Varoluşçuluk ve Hümanizm" adlı yapıtında
ne diyordu? "Tüm var oluşun
başlangıcı insandır, insan kendi ile yüzleştiğinde, dünyadaki varlık hissi
insanın içini kaplar ve daha sonra birey bu algının içerisinde kendini
tanımlar. Tabii ki, bu iyimser düşünüşü kast ettiğimizde: Birey, zalim bir
insan olmak yerine birçok farklı yol içinde hareket etmeyi seçebilir. Burada
açık olan şudur ki, insanların iyi veya kötü olmayı seçebilmeleri için, aslında
onların elinde esas olabilecek hiçbir şey yoktur.”
“Bir ağaç düşünün. Ağaçların yaşamları boyunca 'olacakları'
varlık çizilmiştir. Onların özü toprağa düşen kozalaktır ve toprak, ağacın
varoluşunu tamamen eline almıştır. Öz, varoluştan önce ya da en azından aynı
sırada gelmektedir. İnsanın özü, kalıtım, ona bir yol çizmez. Yalnızca
seçeneklerini daraltır. İnsan önce var olur, daha sonra yaptıkları ve
yapamadıklarıyla 'özünü' oluşturur.
İşte bu yüzden John’a haksızlık ettiğimi düşünmüyorum. Duygularının şiddetiyle sarsılabilen az sayıda
insan, John gibi duygularını törpülemeyi başaranlar – ya da yaşadıklarından
kaçan mı demeliyim?- karşısında neden korkak görünsün ki? Bana sorarsanız; hayatın
bize çektirdikleri arasında en yüce görev, “geçip gidememektir” derim… Yaşadıklarımı
John gibi olmamış kabul edemiyorum ve asıl cesaret bence bu, yüzleşmek! Acı çekeceğimizi
bile bile anıların üstüne yürümek… İlk varoluşu düşünüyorum; Âdem’i… Elmayı dalından kopardığı gün, o ağaca mahkûm
olmamış mıydı? Ve bu günahla yaşamayı kabul eden ilk kahraman…
Bu noktada var olduğumuz konumu da sorguluyorum. –Belki John’a
hak verebilirim.- O zaman da kendime; “koşullar ne olursa olsun hangi insan
olmayı istiyorsun?” sorusunu soruyorum. Kaçan mı, yüzleşen ve savaşan mı? Tüm
ham veriler karşısında (zekâ, boy, hastalık, statü vs.) takınacağım tavır bana
bağlı değil mi? Ve ben bu tavrı inkâr ettiğim bir geçmişin üzerine oturtamam.
Bu hayat boyu cümlelerin derinliğiyle değil de sözcüklerin dış yüzeyiyle
ilgilenmek gibi… Anlatabiliyor muyum?
John’un onca serzenişi arasında “neden bu cümle kulağında
çınladı Güzin?” derseniz, artık çok yoruldum… Tek ve basit olan insanlar
karşısında karmaşık ve derin olmaktan sıkıldım…
Yaşamakta biraz ısrarcı olmak lazım… Hep şarkı söyleyen
kuşları değil de biraz kırılan dalların sesini de dinlemek gerek. Hayatı yaşamak;
derin bir metafiziktir. Öz, böyle inşa edilir. Hayatı sağlam bir psikolojiyle beklemek,
geleni kabullenmek, sükûnetle yüzleşmek, “Olmuş ve artık yok” demekten çok daha
cesur bir tavırdır ve güçlü insanlar kesinlikle bu yolu seçer…
Hulasası; dünyayı bu farkındalık kurtaracak… Tabi
başarabilirsek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder