Childe Hassam - The Terre-Cuite Tea Set (French Tea Garden) 1910
İnsanın sürekli düşündüğü şeyler üzerine konuşamıyor olması
çok ilginç. Düşünmekten bir hayli yorulduğumuz için konuşmaya üşeniyoruz belki
de… Hani Ingmar Bergman’ın ‘Aynanın İçinden’ filminde, karakterlerden birine
söylettiği gibi… Her şeyi nasıl anlatmamız gerektiğini biliyoruz. Ama her an doğru
sözcükleri bulamıyoruz. Bu sessizliğin sorumlusu sadece uyuşukluğumuz değil, bir
o kadar da korkak olduğumuz için konuşamıyoruz. Korkuyoruz, çünkü düşün
dünyamızdan dökülen sözcüklerimizin, karşı tarafın algı duvarını aşamayacağı
endişesini de taşıyoruz. Ya da bu algı duvarını aşan sözcüklerin, karşı tarafta,
benliğimizi aşağılara çekeceğinden kaygı duyuyoruz. Her halükarda, bir türlü ifade
edemiyoruz… Hadi geçtim sözcükleri, duygularımızla bile düşünceyi hayata
döndüremiyoruz. Oysa düşünmenin nabzı yüksektir, kalbini durdurmak imkânsızdır…
Düşünceyi susturmanın tek yolu onu nefessiz bırakmak, yani öldürmektir. Peki, biz neden kolay olanı seçiyoruz?
Son zamanlarda sevmek ve sevilmek üzerine uzun uzun
düşünüyorum. Sevginin gerçek bir duygu olarak insan dünyasında var olduğuna
(hala) derinden inanıyorum. Ancak bu sevgiyi kabul etme ve yansıtma tarzımı
sorguladığımda tıkanıp kalıyorum… Zira sevginin ayrı şekilleri olmadığını
düşünüyorum. Yoksul, varlıklı, yüksek ya da alçak, sevginin bir orta yol
bulabildiğini biliyorum. O zaman neden sevgiyi kabul etme ve yansıtma
eylemlerini sorguluyorum? Çünkü özlem duyuyorum… Düşünmek zorunda olmadığım bir
sevme ve sevilme anlayışına duyduğum özlemden bahsediyorum. Sınırları tespit
edilmemiş, yaradılışımın içinde hali hazırda var olan ve dışarı çıkmak için çırpınan
duyguyu özgür bırakmaktan bahsediyorum…
“Sevgiyi nasıl ölçersin Güzin?” diyorum zaman zaman ve çok
kızıyorum… Sonra “Nasıl birinin, sevgini kalıplarla ölçmesine izin verirsin?”
diyorum daha da kızıyorum. Sonra “Herkesin sevme biçimi farklıdır” diyenlere ateş
püskürüyorum. “Sevmenin biçimi yok, herkes sever, sevdiğini belli etmek için ne
yapması gerektiğini düşünmez, eğer sevgi gerçekse, o zaten hem sevene hem
sevilene tatmin verir” diye haykırmak istiyorum ki, işte tam da yazmaya başladığım
yere geri dönüyorum…
Hulasası, düşünmek de, sevmek de, yitirmek demek bir anlamda…
Bilinci, sözcükleri, duyu organlarını nötr hale getirmek. Hem Thrasymachos ne
demişti: “ Var olmak istiyorum, dediğin zaman bunu söyleyen yalnızca sen
değilsindir. Bunu her şey söyler, en ufak bilinci olan her şey. Bu bireyin
değil varoluşun kendisinin çığlığıdır. Yalnızca kendinin ve var oluşunun
gerçekte ne olduğunu, yani evrensel yaşama isteği olduğunu güzelce kabul et, o
zaman bütün bu sorular sana çocukça ve saçma görünecektir”
Sevgi de böyle galiba düşünmek de… Bireyin değil var oluşun
ızdırabı bütün bunlar…
Ama ben korkmuyorum!
Algı duvarını aşan benliğimle de aşamayan benliğimle de alıp
veremediğim yok…
Kendimden o kadar eminim ki, hele de insanlarla hiçbir derdim yok…
Zaten insan denen iki ayaklıların kapasiteleri dahilinde,
hesaplanmış sevgilerine inanmaktansa, yazdığım yere dönerim daha iyi… Yolun
sonunda yorgun olmam, memnun olmadığım anlamına gelmiyor ki… Tıpkı maraton koşan bir
yarışçı gibi… Yorgun olabilirim, ama mutluyum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder