Sayfalar

21 Ağustos 2015 Cuma

Childe Hassam - The Terre-Cuite Tea Set (French Tea Garden) 1910

İnsanın sürekli düşündüğü şeyler üzerine konuşamıyor olması çok ilginç. Düşünmekten bir hayli yorulduğumuz için konuşmaya üşeniyoruz belki de… Hani Ingmar Bergman’ın ‘Aynanın İçinden’ filminde, karakterlerden birine söylettiği gibi… Her şeyi nasıl anlatmamız gerektiğini biliyoruz. Ama her an doğru sözcükleri bulamıyoruz. Bu sessizliğin sorumlusu sadece uyuşukluğumuz değil, bir o kadar da korkak olduğumuz için konuşamıyoruz. Korkuyoruz, çünkü düşün dünyamızdan dökülen sözcüklerimizin, karşı tarafın algı duvarını aşamayacağı endişesini de taşıyoruz. Ya da bu algı duvarını aşan sözcüklerin, karşı tarafta, benliğimizi aşağılara çekeceğinden kaygı duyuyoruz. Her halükarda, bir türlü ifade edemiyoruz… Hadi geçtim sözcükleri, duygularımızla bile düşünceyi hayata döndüremiyoruz. Oysa düşünmenin nabzı yüksektir, kalbini durdurmak imkânsızdır… Düşünceyi susturmanın tek yolu onu nefessiz bırakmak, yani öldürmektir.  Peki, biz neden kolay olanı seçiyoruz?

Son zamanlarda sevmek ve sevilmek üzerine uzun uzun düşünüyorum. Sevginin gerçek bir duygu olarak insan dünyasında var olduğuna (hala) derinden inanıyorum. Ancak bu sevgiyi kabul etme ve yansıtma tarzımı sorguladığımda tıkanıp kalıyorum… Zira sevginin ayrı şekilleri olmadığını düşünüyorum. Yoksul, varlıklı, yüksek ya da alçak, sevginin bir orta yol bulabildiğini biliyorum. O zaman neden sevgiyi kabul etme ve yansıtma eylemlerini sorguluyorum? Çünkü özlem duyuyorum… Düşünmek zorunda olmadığım bir sevme ve sevilme anlayışına duyduğum özlemden bahsediyorum. Sınırları tespit edilmemiş, yaradılışımın içinde hali hazırda var olan ve dışarı çıkmak için çırpınan duyguyu özgür bırakmaktan bahsediyorum…

“Sevgiyi nasıl ölçersin Güzin?” diyorum zaman zaman ve çok kızıyorum… Sonra “Nasıl birinin, sevgini kalıplarla ölçmesine izin verirsin?” diyorum daha da kızıyorum. Sonra “Herkesin sevme biçimi farklıdır” diyenlere ateş püskürüyorum. “Sevmenin biçimi yok, herkes sever, sevdiğini belli etmek için ne yapması gerektiğini düşünmez, eğer sevgi gerçekse, o zaten hem sevene hem sevilene tatmin verir” diye haykırmak istiyorum ki, işte tam da yazmaya başladığım yere geri dönüyorum…

Hulasası, düşünmek de, sevmek de, yitirmek demek bir anlamda… Bilinci, sözcükleri, duyu organlarını nötr hale getirmek. Hem Thrasymachos ne demişti: “ Var olmak istiyorum, dediğin zaman bunu söyleyen yalnızca sen değilsindir. Bunu her şey söyler, en ufak bilinci olan her şey. Bu bireyin değil varoluşun kendisinin çığlığıdır. Yalnızca kendinin ve var oluşunun gerçekte ne olduğunu, yani evrensel yaşama isteği olduğunu güzelce kabul et, o zaman bütün bu sorular sana çocukça ve saçma görünecektir”

Sevgi de böyle galiba düşünmek de… Bireyin değil var oluşun ızdırabı bütün bunlar…

Ama ben korkmuyorum!

Algı duvarını aşan benliğimle de aşamayan benliğimle de alıp veremediğim yok…

Kendimden o kadar eminim ki, hele de insanlarla hiçbir derdim yok…


Zaten insan denen iki ayaklıların kapasiteleri dahilinde, hesaplanmış sevgilerine inanmaktansa, yazdığım yere dönerim daha iyi… Yolun sonunda yorgun olmam, memnun olmadığım anlamına gelmiyor ki… Tıpkı maraton koşan bir yarışçı gibi… Yorgun olabilirim, ama mutluyum… 

Hiç yorum yok: