Sayfalar

8 Ekim 2015 Perşembe



Yaşamak konusundaki yeteneksizliğimden kaynaklanan mide bulantısıyla uyandım bu sabah. Bağışıklık sistemimin beni yine çıkmaza sürükleyeceğinden hiç kuşkum yoktu. Zira canım ‘çay’ içmek bile istemiyordu… Zaten canı yaşamak istemeyen birinin çay içmekten keyif alması beklenemezdi… Ben de tekrar yatağa döndüm. Dört köşesi de kirlenmiş tavana bakarken, yaşamayı neden bu kadar çok ciddiye aldığımı düşünüp, bütün bu karmaşık duygu evrenime bir de öfkeyi ekledim. Hayattan hiçbir beklentisi olmayan birinin ondan bu denli sıkılmasına mantıklı bir açıklama getirmek istediysem de yapamadım. Çünkü ne ruhum ne de henüz uykusundan uyanamayan bedenim, mantıklı açıklamaları kaldırabilecek durumda değildi. Bugün yapılacak en güzel şey ‘eylemsizlik’ti. Olan biteni yorumlamadan sadece izlemek… Bir çıkış yolu aramaksızın benliğin çıkmazlarında, kollarımı ayaklarımla senkronize sallayarak yürümek… Öyle de yaptım. Hem ne var bu kadar abartacak? Dipsiz bir bunalımdayım hepsi bu! Yorgundum… Bu denli yorgunken ruhumda olup bitenleri açıklamaya kalkmamalıydım. Zaten hissettiklerim, hissetiklerimi dile getirmeme engel oluyordu. Emin olduğum tek şey; bu hüznün çok eskiden beri bana eşlik ettiğiydi… Onunla yaşamaya o kadar alışıktım ki onu, yüksek vurguyla ‘bitti’ diye haykırsam bile içimde bitiremediğim aşklara benzetiyordum. Böyle bir kaç saati yatağımda geçirmeye kararlıyken yağmurun, içeri girmek isteyen sabırsız bir komşu gibi cama tıkladığını işittim. En azından tavanın çilesi bitti diye düşündüm. Yalnızca kendim için bestelediğim anlamsız şarkıları söyleyerek yatağımdan kalktım ve perdeleri açtım. Camın önüne oturup gözlerimi ve kulaklarımı yağmurun dansına ve şarkısına odakladım. Yağmur bittikten sonra hissettiğim sıkıntılı huzuru yazmak için masamın başına oturduğumda Pessoa düştü aklıma. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle diyordu: “Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir, ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından.” Yani demem o ki, müthiş bunalımım ve ben bu hayata pek de yabancı değildik… Hele hele kendimize hiç değil! Sanırım yaşama ayak uydurmanın tek yolu da bu… Aşırı duyarlı olmak nasıl görüş alanını netleştiriyorsa, yazmak da görmezden gelmeyi o kadar kolaylaştırıyor. İşte bu satırları yazmamın tüm sebebi bu… Şimdi izninizle canım biraz göz yaşı istiyor! 

Hiç yorum yok: