O'nu suçlamıyorum. Başka ne yapabilirdi ki? Yıllarca O'na öğretilenleri sabırla dinlemiş ve bu öğretileri, hiç sorgulamadan kabul etmiş ve hepsine gönülden inanmıştı. Bu nedenle; o zamanlar baş kaldırma cesareti gösteremediği tüm fikirlerin bugün en ateşli savunucu bizzat kendisi olmuştu. O, tüm inandıkları, zaman zaman O'nu hayal kırıklığına uğratmasına rağmen bu tutumundan asla vazgeçmemişti. Bu da O'nun yorgun; ancak sorumluluklarına bağlı, dürüst bir kişiliği olduğunu ispat etmeye yetiyordu. Bu durumda kızgınlık hiçbir işe yaramazdı. O'nu değiştirmeye çalışmak da sonuçsuz bir çaba olarak askıda kalırdı. Zaten bu bir hata değildi, hele de O'nun sahiplenmesi gereken bir hata hiç değil! Çünkü çok az insan, kavramların sabit bir anlamı olmadığını erken yaşta kavrayabilir, düşünmeye, sorgulamaya, bir fikrin ne yanında ne de karşısında durmaya olağan gayretiyle direnebilirdi. Çok az insan, bu yetenekle dünyaya gelmişti ve hepsi birbirinden çok uzak yerlerde aynı endişeleri hissediyordu. Peki, gerçekten de kavramların sabit bir karşılığı olmayabilir miydi? İşte O, buna hiç mi hiç inanmıyordu. O, ötekileştirdiği az sayıda insanı, derin ve karmaşık olmakla suçluyor, ezbere yatkın tembelliğini, "basit" ve "şeffaf" yaşamak sözcükleriyle tanımlıyordu. Bu düşüncesi kendini, çok sık kullandığı; "Sizi anlayamıyorum ve siz de beni hiç tanımıyorsunuz" cümleleriyle belli ediyordu. Zaten "anlamamak" ve "anlaşılamamak" kavramların, sabit bir manası olmayacağı ile doğrudan alakalıydı ve O, her sözcüğün ve bu sözcüklerin oluşturduğu her cümlenin, kişiye özel tavır değiştirebileceğini reddettiği takdirde şikayet etmeye devam edecekti. Çözüm maalesef basit ve şeffaf değil oldukça karışık ve derindi. En kötüsü de; "anlamak" ve "anlaşılmak" istiyorsa ezbere yatkın tembelliğini bir kenara bırakıp, bu bilmeceyi çözmek için çabalamak zorunda oluşuydu. Peki, kavramlar kişiye özeldir diyen bu az sayıda insan neyi kastediyordu? Tabi ki, insanları tanımak ve anlamak için aynı dili konuşmak gerektiğini. Peki, bu dil nasıl yaratılırdı? Tabi ki, öğrenerek... Karşımıza aldığımız her bireyin, kavramlarının içini dolduran, onlara şekil kazandıran tecrübelerini, yaşanmışlıklarını, kendi doğrularımızdan bağımsız, ön yargısız irdeleyerek. Peki, bu mümkün müydü? Evet, öğrenmenin tek koşulu vardı, o da; dilini öğrenmeye kalkışacağımız kişiye verdiğimiz değer ve saygının şiddetiydi. Bu da demek oluyor du ki, "anlaşılmak" önce "anlamak" ile başlıyordu... O, düşünüyordu... Çok geç olmadan bir karar vermeliydi... Ne diyordu Rumi: " sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşıdakinin anladığı kadardır." Ya bu az sayıda insanın, algılarına karşılık gelen kelimeleri öğrenecek ve sonrasında onları da, kendi dilini öğrenmeleri hususunda ikna edecekti ya da vazgeçecekti. O, çok iyi biliyordu ki, bu insanlar O'nun anlamak konusunda gösterdiği çabayı asla karşılıksız bırakmazdı... Ancak O, yine kendine öğretilenlere ve inandıklarına ihanet etmedi, vazgeçti. Çünkü O, bu insanları değerine layık göremezdi. O'nun için değere layık olan; "basit" ve "şeffaf" maskesi altında gerçek kimliklerini gizleyen korkaklar, her türlü rolü hiç zorlanmadan sahneye koyan iki yüzlüler, dar görüşlerinin kısıtlandırmasıyla kendilerini bir örgüte mahkum hissedenlerdi. Schopenhauer'un tabiriyle bu insanların; müphem, esrarengiz, azap verici, rüya gibi gelip geçici varoluşları, O'nun için oldukça karanlık ve can sıkıcıydı. O, bu taşıması güç erdemle yaşamaktansa, ahkam kesmeyi, duygudan yoksun dilini düşüncesizce savurarak hassas kalpleri paramparça etmeyi tercih ederdi. O, barikatta çatışırken mücadeleyi değil her zaman otoritesini kullanmayı yeğleyenlerdendi. Sertti, katıydı,esip gürler, yıkar geçerdi... En başta da söylediğim gibi bu durumda kızgınlık, hiçbir işe yaramazdı... Bu bir hata değildi, hele de O'nun sahiplenmesi gereken bir hata hiç değil. Hem Seneca ne diyordu: " unus quisque mavult credere, quam judicare." Yani; "herkes aklını kullanmak yerine, inanmayı tercih eder." İşte O'nun şeffaf dediği aslında bu kadar basitti...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder