Yaşamak konusundaki yeteneksizliğimden kaynaklanan mide bulantısıyla uyandım bu sabah. Bağışıklık sistemimin beni yine çıkmaza sürükleyeceğinden hiç kuşkum yoktu. Zira canım ‘çay’ içmek bile istemiyordu… Zaten canı yaşamak istemeyen birinin çay içmekten keyif alması beklenemezdi… Ben de tekrar yatağa döndüm. Dört köşesi de kirlenmiş tavana bakarken, yaşamayı neden bu kadar çok ciddiye aldığımı düşünüp, bütün bu karmaşık duygu evrenime bir de öfkeyi ekledim. Hayattan hiçbir beklentisi olmayan birinin ondan bu denli sıkılmasına mantıklı bir açıklama getirmek istediysem de yapamadım. Çünkü ne ruhum ne de henüz uykusundan uyanamayan bedenim, mantıklı açıklamaları kaldırabilecek durumda değildi. Bugün yapılacak en güzel şey ‘eylemsizlik’ti. Olan biteni yorumlamadan sadece izlemek… Bir çıkış yolu aramaksızın benliğin çıkmazlarında, kollarımı ayaklarımla senkronize sallayarak yürümek… Öyle de yaptım. Hem ne var bu kadar abartacak? Dipsiz bir bunalımdayım hepsi bu! Yorgundum… Bu denli yorgunken ruhumda olup bitenleri açıklamaya kalkmamalıydım. Zaten hissettiklerim, hissetiklerimi dile getirmeme engel oluyordu. Emin olduğum tek şey; bu hüznün çok eskiden beri bana eşlik ettiğiydi… Onunla yaşamaya o kadar alışıktım ki onu, yüksek vurguyla ‘bitti’ diye haykırsam bile içimde bitiremediğim aşklara benzetiyordum. Böyle bir kaç saati yatağımda geçirmeye kararlıyken yağmurun, içeri girmek isteyen sabırsız bir komşu gibi cama tıkladığını işittim. En azından tavanın çilesi bitti diye düşündüm. Yalnızca kendim için bestelediğim anlamsız şarkıları söyleyerek yatağımdan kalktım ve perdeleri açtım. Camın önüne oturup gözlerimi ve kulaklarımı yağmurun dansına ve şarkısına odakladım. Yağmur bittikten sonra hissettiğim sıkıntılı huzuru yazmak için masamın başına oturduğumda Pessoa düştü aklıma. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle diyordu: “Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir, ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından.” Yani demem o ki, müthiş bunalımım ve ben bu hayata pek de yabancı değildik… Hele hele kendimize hiç değil! Sanırım yaşama ayak uydurmanın tek yolu da bu… Aşırı duyarlı olmak nasıl görüş alanını netleştiriyorsa, yazmak da görmezden gelmeyi o kadar kolaylaştırıyor. İşte bu satırları yazmamın tüm sebebi bu… Şimdi izninizle canım biraz göz yaşı istiyor!
gzngzy
8 Ekim 2015 Perşembe
21 Ağustos 2015 Cuma
Childe Hassam - The Terre-Cuite Tea Set (French Tea Garden) 1910
İnsanın sürekli düşündüğü şeyler üzerine konuşamıyor olması
çok ilginç. Düşünmekten bir hayli yorulduğumuz için konuşmaya üşeniyoruz belki
de… Hani Ingmar Bergman’ın ‘Aynanın İçinden’ filminde, karakterlerden birine
söylettiği gibi… Her şeyi nasıl anlatmamız gerektiğini biliyoruz. Ama her an doğru
sözcükleri bulamıyoruz. Bu sessizliğin sorumlusu sadece uyuşukluğumuz değil, bir
o kadar da korkak olduğumuz için konuşamıyoruz. Korkuyoruz, çünkü düşün
dünyamızdan dökülen sözcüklerimizin, karşı tarafın algı duvarını aşamayacağı
endişesini de taşıyoruz. Ya da bu algı duvarını aşan sözcüklerin, karşı tarafta,
benliğimizi aşağılara çekeceğinden kaygı duyuyoruz. Her halükarda, bir türlü ifade
edemiyoruz… Hadi geçtim sözcükleri, duygularımızla bile düşünceyi hayata
döndüremiyoruz. Oysa düşünmenin nabzı yüksektir, kalbini durdurmak imkânsızdır…
Düşünceyi susturmanın tek yolu onu nefessiz bırakmak, yani öldürmektir. Peki, biz neden kolay olanı seçiyoruz?
Son zamanlarda sevmek ve sevilmek üzerine uzun uzun
düşünüyorum. Sevginin gerçek bir duygu olarak insan dünyasında var olduğuna
(hala) derinden inanıyorum. Ancak bu sevgiyi kabul etme ve yansıtma tarzımı
sorguladığımda tıkanıp kalıyorum… Zira sevginin ayrı şekilleri olmadığını
düşünüyorum. Yoksul, varlıklı, yüksek ya da alçak, sevginin bir orta yol
bulabildiğini biliyorum. O zaman neden sevgiyi kabul etme ve yansıtma
eylemlerini sorguluyorum? Çünkü özlem duyuyorum… Düşünmek zorunda olmadığım bir
sevme ve sevilme anlayışına duyduğum özlemden bahsediyorum. Sınırları tespit
edilmemiş, yaradılışımın içinde hali hazırda var olan ve dışarı çıkmak için çırpınan
duyguyu özgür bırakmaktan bahsediyorum…
“Sevgiyi nasıl ölçersin Güzin?” diyorum zaman zaman ve çok
kızıyorum… Sonra “Nasıl birinin, sevgini kalıplarla ölçmesine izin verirsin?”
diyorum daha da kızıyorum. Sonra “Herkesin sevme biçimi farklıdır” diyenlere ateş
püskürüyorum. “Sevmenin biçimi yok, herkes sever, sevdiğini belli etmek için ne
yapması gerektiğini düşünmez, eğer sevgi gerçekse, o zaten hem sevene hem
sevilene tatmin verir” diye haykırmak istiyorum ki, işte tam da yazmaya başladığım
yere geri dönüyorum…
Hulasası, düşünmek de, sevmek de, yitirmek demek bir anlamda…
Bilinci, sözcükleri, duyu organlarını nötr hale getirmek. Hem Thrasymachos ne
demişti: “ Var olmak istiyorum, dediğin zaman bunu söyleyen yalnızca sen
değilsindir. Bunu her şey söyler, en ufak bilinci olan her şey. Bu bireyin
değil varoluşun kendisinin çığlığıdır. Yalnızca kendinin ve var oluşunun
gerçekte ne olduğunu, yani evrensel yaşama isteği olduğunu güzelce kabul et, o
zaman bütün bu sorular sana çocukça ve saçma görünecektir”
Sevgi de böyle galiba düşünmek de… Bireyin değil var oluşun
ızdırabı bütün bunlar…
Ama ben korkmuyorum!
Algı duvarını aşan benliğimle de aşamayan benliğimle de alıp
veremediğim yok…
Kendimden o kadar eminim ki, hele de insanlarla hiçbir derdim yok…
Zaten insan denen iki ayaklıların kapasiteleri dahilinde,
hesaplanmış sevgilerine inanmaktansa, yazdığım yere dönerim daha iyi… Yolun
sonunda yorgun olmam, memnun olmadığım anlamına gelmiyor ki… Tıpkı maraton koşan bir
yarışçı gibi… Yorgun olabilirim, ama mutluyum…
19 Nisan 2015 Pazar
Karmaşık ve Derin
14 Nisan 2015 Salı
Mesele terlik değil!
Doğru bildiğim her şeye karşı beslediğim aşk ne
kadar büyükse, haksızlığa karşı hissettiğim öfke de o kadar kuvvetli…
“İnsanlığı bütün olarak ne kadar seviyorsam, tek tek
insan olarak o kadar sevmiyorum.” diyor ya Dostoyevski, işte öyle sevmiyorum sizi.
Hayır, anlıyorum zaten sahtekar iyilikleriniz var; ancak kötülük yaparken bile içten değilsiniz artık ona
üzülüyorum.
Sinirleri ve beyni
besleyen o kan, neremizde coşuyor da bu kadar çirkin olabildik? Ben bir türlü cevap
bulamıyorum.
Sorun şu:
“Ali” adında bir arkadaşımız,
herkes gibi metroya biniyor. O gün, -yazın herkesin kullandığı bir ürün olarak,
giyilmesine neden bu kadar şaşırdığımıza anlam veremediğim- terlikleriyle, boş bulduğu koltuğa yerleşiyor
ve -benim de toplu taşıma araçlarında
sıklıkla vaktimi boşa geçirmemek amacıyla uyguladığım yöntemlerden biri- kitap okumaya
başlıyor. Gayet sıradan olan bu olay, nedense insan olarak evrimini
tamamlayamayan mutantlarımızdan birine çok enteresan geliyor ve hayvanat
bahçesinde maymun görmüş gibi telefonunu cebinden çıkarıyor, Ali’nin
fotoğrafını çekiyor, altına da şöyle not düşüyor: “entel olcam kız tavlıcam diye kendini yırtan izban kekosu :d terliklerine bayıldım :*"
Buraya kadar her şey
zaten içler acısı. Peki, beni öfkelendiren bu mu? Hayır… İzin verin anlatayım.
İnsan, evrimini
tamamladığında, biyolojisinin ona hediye ettiği, duyu organları gelişmiş olarak
yoluna devam eder. Hal böyle olunca; kırılabilir, üzülebilir, bunu çok yoğun
hissettiği durumlarda ağlayabildiği gibi izahat verme ve durumunu açıklama
yöntemine başvurabilir.
Hikayemize dönersek… Ali de
onu tanımayan birinin hakkında düşündüklerini okuyunca ve çoğu insanın da bu
çirkin yorumdan haberdar olduğunu öğrenince, kırılmış olacak ki, kendini tanıtmış. Daha doğrusu,
neden terlik giydiğini ve neden kitap okuduğunu açıklamak zorunda bırakılmış ve
şöyle demiş “Arkadaşlar fotoğrafta ki şahıs benim ve hiç utanmıyorum karşımda
oturmuş olan kıza veya çevremde hiç kimsenin namusuna bakmadığım için... Evet,
ben cebi çok zengin bir insan değilim hatta ilkokul 6 sınıf terkim annem babam
ayrı toplumun huzurunu kaçıran soytarı olmadım utanıyorum...
Çalmıyorum çalışarak kazanıyor param yettiğince kitap almaya kütüphaneye gitmeye çalışıyorum çok utanç duyuyorum böyle bir insan olduğum için...
Elbisem kirli terliğim bindiğim metroya uygun değil işte zihnimi kirletemiyorum utanıyorum. Ama her ne olursa olsun bana kitaplar böyle olmayı öğretti insan olmayı hayvanlaşıp çevremi kirletemiyorum üzgünüm utanıyorum...”
Birincisi, bu bir fakir
edebiyatı değildir. Edebiyatın zengini ve fakiri yoktur. İkincisi, “ulan o
kadar kitap okuyorsun, bari noktalama işaretlerini doğru yaz” yorumu yapanlar
için; size ağzımla gülemedim maalesef. Çocuk zaten diyor ki, ben kendimi
geliştirmeye çalışıyorum; okumak istedim, okuyamadım. Ama tabi ki biz ne
yapıyoruz? Asla okuduğumuzu anlamıyoruz... Evet, ben de editörüm, kitap
yazıyorum ve noktalama işaretlerinden tut da –ki ve –de ayrımlarına kadar hiç kafama
takmıyorum. Çünkü kurallardan hoşlanmıyorum. Önemli olan noktayı nereye
koyduğum değil zaten, gerçekten noktayı hangi konu üzerine koyduğum, meseleyi bu
okuduğunu bile anlamayanlara, anlatıp anlatamadığım ki o pasajda noktalama işaretlerinden daha fazla dikkat çeken kelimeler var. Üçüncüsü, “demagoji,
ajitasyon... arabesk ne ararsan var amk insanımızda. hemen de yapıştırmışlar
"yüreği zengin" sıfatını. oğlum ne mal, ne duygusal adamlarsınız ya. o
elemanın fotoğrafını çeken şahıs peşin hüküm yaparak taşak geçmiş, siz de yine
aynı peşin hükümle kolluyorsunuz. üf çok salaksınız.” yorumunu yazanın bu
terimleri kimden duyup bize geri ilettiği konusundaki merakım. Zira son cümlesi
aynı havayı soluyamayacağımız konusunda beni baya aydınlattı…
Hulasası, bu fakirlik
meselesi yıllardır hepimizin meselesi… Oturmuş olan rejimin alçaklığı, insan
kalbinin satılmışlığı ve kokuşmuşluğu hepimizin meselesi… “Ayakkabı alacak
parası mı yokmuş? Bırakın bu fakir ayaklarını. Mevzu sadece terlik.” yorumunu yazan
dangoz, düşünür de üzülür müsün bilmem; ama ayakkabı alacak parası var. Lakin Ali,
ayakkabı değil de kitap alıyor…
Yazık! Dünya ne kadar
uzak bizden ve ne kadar az tanıyorsunuz insanları… Elitist ve taklitçi bakış
açınızla sadece midemi bulandırıyorsunuz… Ama ben inanıyorum. Marx’ın dediği
gibi sadece mezardan çıkış yoktur. İnsanlık, ana rahminde... Ali ve onun gibi
insanlarla büyüyecek ve yaşayacak…
26 Mart 2015 Perşembe
Var oluşun başlangıcı insan
Aslında yazmaya pek niyetim yoktu. John; -Galina Serebryakova’nın “Ateşi Çalmak” isimli
romanın ilk kitabında yer alan karakter- “Eski şeyleri hatırlamak, kesilmiş
tırnakları biriktirip korumak gibi bir şey. Olmuş ve artık yok; bu da hiçbir
zaman olmamış demektir” cümlelerini masama bırakıp gidine kadar… Çünkü ortaya
saçtıklarıyla, tek başıma mücadele etmem imkânsızdı… Bu serzenişi korkakça
buldum. “Sen tam bir korkaksın. Düpedüz yaşadıklarından korkuyorsun.” diye arkasından
bağırmak istedim. Boşlukta kımıldayan ve derli toplu denemeyecek dolabımı daha
fazla dağıtmaktan başka görevi bulunmayan bir sürü anıya sahip olduğum aklıma
gelince, daha çok sinirlendim. “Olmuş ve artık yok” ne demekti ki? İnsanın inkârla
insan olmaya çalışması ne boş bir çabaydı!
Sartre "Varoluşçuluk ve Hümanizm" adlı yapıtında
ne diyordu? "Tüm var oluşun
başlangıcı insandır, insan kendi ile yüzleştiğinde, dünyadaki varlık hissi
insanın içini kaplar ve daha sonra birey bu algının içerisinde kendini
tanımlar. Tabii ki, bu iyimser düşünüşü kast ettiğimizde: Birey, zalim bir
insan olmak yerine birçok farklı yol içinde hareket etmeyi seçebilir. Burada
açık olan şudur ki, insanların iyi veya kötü olmayı seçebilmeleri için, aslında
onların elinde esas olabilecek hiçbir şey yoktur.”
“Bir ağaç düşünün. Ağaçların yaşamları boyunca 'olacakları'
varlık çizilmiştir. Onların özü toprağa düşen kozalaktır ve toprak, ağacın
varoluşunu tamamen eline almıştır. Öz, varoluştan önce ya da en azından aynı
sırada gelmektedir. İnsanın özü, kalıtım, ona bir yol çizmez. Yalnızca
seçeneklerini daraltır. İnsan önce var olur, daha sonra yaptıkları ve
yapamadıklarıyla 'özünü' oluşturur.
İşte bu yüzden John’a haksızlık ettiğimi düşünmüyorum. Duygularının şiddetiyle sarsılabilen az sayıda
insan, John gibi duygularını törpülemeyi başaranlar – ya da yaşadıklarından
kaçan mı demeliyim?- karşısında neden korkak görünsün ki? Bana sorarsanız; hayatın
bize çektirdikleri arasında en yüce görev, “geçip gidememektir” derim… Yaşadıklarımı
John gibi olmamış kabul edemiyorum ve asıl cesaret bence bu, yüzleşmek! Acı çekeceğimizi
bile bile anıların üstüne yürümek… İlk varoluşu düşünüyorum; Âdem’i… Elmayı dalından kopardığı gün, o ağaca mahkûm
olmamış mıydı? Ve bu günahla yaşamayı kabul eden ilk kahraman…
Bu noktada var olduğumuz konumu da sorguluyorum. –Belki John’a
hak verebilirim.- O zaman da kendime; “koşullar ne olursa olsun hangi insan
olmayı istiyorsun?” sorusunu soruyorum. Kaçan mı, yüzleşen ve savaşan mı? Tüm
ham veriler karşısında (zekâ, boy, hastalık, statü vs.) takınacağım tavır bana
bağlı değil mi? Ve ben bu tavrı inkâr ettiğim bir geçmişin üzerine oturtamam.
Bu hayat boyu cümlelerin derinliğiyle değil de sözcüklerin dış yüzeyiyle
ilgilenmek gibi… Anlatabiliyor muyum?
John’un onca serzenişi arasında “neden bu cümle kulağında
çınladı Güzin?” derseniz, artık çok yoruldum… Tek ve basit olan insanlar
karşısında karmaşık ve derin olmaktan sıkıldım…
Yaşamakta biraz ısrarcı olmak lazım… Hep şarkı söyleyen
kuşları değil de biraz kırılan dalların sesini de dinlemek gerek. Hayatı yaşamak;
derin bir metafiziktir. Öz, böyle inşa edilir. Hayatı sağlam bir psikolojiyle beklemek,
geleni kabullenmek, sükûnetle yüzleşmek, “Olmuş ve artık yok” demekten çok daha
cesur bir tavırdır ve güçlü insanlar kesinlikle bu yolu seçer…
Hulasası; dünyayı bu farkındalık kurtaracak… Tabi
başarabilirsek…
3 Aralık 2014 Çarşamba
Öğren ve Öğret
Hadi diyelim ki; saygının ve hoşgörünün varlığının bir kemali
olduğunu bilmiyorsun peki, be adam hiç var olmamışcasına kendi kafana göre bu
şekilde yaşayabileceğini nasıl düşünüyorsun? Hangi akla hizmet ettin de bu yaşa
kadar bu süfli düşünceyle geldin merak ediyorum?
Hayır, bu kadar kızıyorum; çünkü Schopenhauer ile beni boşanma
noktasına getirdiniz. Tutturmuş yaşama isteğinin yönlendirmesiyle kötülüğe
tahammül edilebilir Güzin, yapma etme… Ama kusura bakmasın yani bir yere kadar…
Tahmin ediyorum, ne oldu yine de klavyenin tuşlarına hunharca
abanıyorsun diyeceksiniz… Söyleyeyim; o kadar “iyi niyet” makyajı yapmış “kötü
niyet” diyalogları duyuyorum ki, sessiz kalamadım… Özellikle bu abartılı
makyajı fark ettiği halde hoşgörüsünden taviz vermeyen güzelim insanların
olgunluğunu, erdemini gördükçe cinler tepeme çıkmakla kalmayıp, sinirlerimi
talan ediyorlar.
Bak çocuğum, “erdem” kod adlı yüce değerin çıkış noktası nefis
eğitimidir. Bu eğitim, doğduğumuz anda
başlar. Kalbi, aklı, vicdanı ve ruhu olan herkes, sahip olduğu bu uzuvları
kullanarak sınavını başarıyla geçebilir ki, bu dört unsura sahip olmayan bir
insan yaradılışı olmadığı konusunda hem fikiriz herhalde. Ancak tüm bunlara
karşın şöyle de bir gerçek var ki; bizler varlığımız gereği içimizde her zaman
ikileme maruz kalırız. Sadece bizler değil doğada da bu düaliteyi görmek
mümkündür. Yani evet, “iyilik” yanında “kötülük” ile vardır; ancak bunun
şiddetini yönetmek insan tekâmülündedir.
Buraya kadar her şey normal. Peki, siz kötü niyetinden ısrarla sıyrılamayanlar, anlamadığınız şey ne? Yaptığınız kötülükleri pekiştirmek
yerine onlardan ders çıkaramamış olmanız ve size yapılan kötülüklere intikam
güdüsüyle yaklaşmak yerine bunu “erdem” için yakıt olarak kullanmamanız. Pür
kötüsünüz! Çürümüş olduğunuz yetmiyor gibi bir de çürütmeye kalkışıyorsunuz. Neden mi? Yazdığım yazının dördüncü paragrafında
diyorum ki: “…Kalbi, aklı, vicdanı ve ruhu olan herkes…” Yani tekâmül aşama
aşama olur. Merdiven çıktığını düşün; nasıl ki kırık ve eksik basamakların
varlığında yolunu tamamlaman mümkün değilse nefsini de, vücut kod adlı
elbiseden tut da ruhuna kadar devam eden süreçte eğitemezsen bir adım öteye
geçmen pek mümkün olmayacak. Yani olduğun yerde tüm kötülüğünle kalakalacaksın.
“Ay ne güzel de yazıyorsun, tuşları tıkırdatması kolay” diyen
okuyucu, ben sana kolay olacak demiyorum; ama varlığına anlam katmak için buna
mecbursun diyorum. Çünkü bu dünyaya bunun için geldin.
Mevlana der ki: “Nefsin hevâ ve
heveslerini kır, onlardan vazgeç; ama önceden de kendinle bir şart koş da
ahdinden dönmemeye uğraş, yoksa hastalık kalakalır sende; iyileşme imkânının da
yok olur gider.” Ayrıca, “Meselâ bir ağacın kökünden içten gelme bir nemlilik,
canlılık olmasa, sen ona bin selin suyunu döksen, yine faydasızdır... Bütün
âlemi nur kaplamış olsa, gözde bir nur olmadıkça, hiçbir zaman o nuru
göremez...” de der; ama ben yine de şuraya bir yere koyayım bu yazıyı.
Hulasası; tabi ki “iyi” ve “kötü” beraber değerli. Ama biz tahmin
ettiğimizden çok daha güçlü varlıklarız. Direksiyon bizim elimizde ve ne tarafa
çevireceğimiz bize kalmış. Ruhunuzu harcamayın; çünkü sizinle her yere gelecek
tek fedakâr ruhun ta kendisi! Dünya dursa o yaşamaya devam edecek…
Schopenhauer ile benim ilişkime gelince, endişelenmeyin. Biz arada
tartışırız; ama gönlümü almasını hep bilir. Zira Goethe’nin “Her şeyimi hiçliğe
bıraktım” sözlerinden esinlenerek dedi ki: “İnsan ancak mümkün olan bütün
talepleri içinden atıp, çıplak ve çolak varoluşa geri döndüğünde, insan
mutluluğunun zeminini oluşturan o ruh sükûnetine erişebilir.”
Şimdi yedeğinize bir miktar sabır, bir miktar da hoşgörü alın ve hemen
yola çıkın. Karşınıza çıkan kim olursa olsun varlığınıza kattığınız değerden
çok şey öğrenecektir. Zira “kötü niyete” karşılık vermek için alevlenmek, yağmura şemsiyesiz
yakalandık diye hiddetlenmek kadar aptalcadır.
29 Ekim 2014 Çarşamba
Okumak, sorgulamak ve yeniden yazmak...
“Neden kitap okuruz?”
Soruyu okuyunca insiyaki olarak gülümsediniz, biliyorum.
Aslında çok ciddi bir sorun bu. Öyle ki, bana Ernst Fischer’ın “Sanatın
Gerekliliği” adlı kitabından bir pasajı anımsattı. Diyor ki Fischer:
“…Milyonlarca insan kitap okuyor, müzik dinliyor, sinemaya
gidiyor. Neden? Oyalanmak, dinlenmek, eğlenmek istiyorlar demek, soruyu
pekiştirmekten öteye gitmez. İnsanın bir başkasının hayatına, sorunlarına
gömülmesi, kendini bir resim, bir müzik parçası ya da bir roman, oyun, film
kişisi gibi görmesi, neden oyalayıcı, dinlendirici ya da eğlendirici olsun?
Böyle gerçeklik dışı olaylara neden yoğunlaşmış gerçeklikmiş gibi tepki
verelim? Ne tuhaf ve anlaşılmaz bir eğlencedir bu? Eğer yetersiz bir yaşayıştan
daha zengin bir yaşayışa, tehlikelerden uzak yaşantılara kaçmak istiyoruz
dersek, o zaman yeni bir soru çıkıyor ortaya: Yaşayışımız neden yeterli değil?”
Uzun zamandır paylaşmak istiyorum, zira her cevabın içinde
yine soru bulmaktan kendimi alamıyorum.
Sizi bilmem; ama benim için roman karakterleri yaşayan
insanlardan daha değerli bir kaynaktır. Sadece nefes alan dünyaya değil, tozlu
sayfalara karışmış her karaktere baktığımda yaşam ile ilgili geniş bir
tahayyüle sahip oluyorum. Bu karakterleri, Fischer’ın pasajından münzevi
düşünemiyorum. Öyle ki insanı, kendini sürekli aşmak için çabalıyor görüyorum…
Meselen;
Balzac’a dokunuyorum. Félix de Vandenesse, içinde sevinçten
daha fazla dert taşıyan bir adamın kendine yetme çabasını hissediyorum. Marcel
Proust, Swann’ların Tarafı isimli eserinde yaşayışı yetersiz o kadar çok
karaktere geçiş yapıyor ki; yazar olma hayalleri içinde bir çocuk, konumunu aşk
uğruna reddeden bir adam, hasta olmaktan memnun bir hala vs… Sonra Camus’ün
Yabancısı… Düşünsenize, ismi bile belli olmayan bir adamın kader içinde
çırpınışı… Sanki “Pardon, adım …” diye
konuşacak oluyor da, biri sözünü kesiyor ya da “Pardon, ben kahve istemiştim;
ama siz çay getirdiniz” der gibi kinik bir adam, çizilmiş bir yazgıya razı
geliyor… Örnekleri elbette uzatmak mümkün. Ancak hepsinin ortak bir amacı var
ki; tıpkı operada sahne açılmadan önce çalan enfes bir orkestra melodisi gibi,
bize ne yaşadığımızı ya da yaşayacağımızı önceden haber etmek…
İşte tam da bu yüzden kitap okuyoruz. Özümüzde keşfettiğimiz
gerçekliği aynada görmek, bu gerçeklikle baş etmenin yollarını daha önce
tecrübe etmiş insanlardan ilham almak, dinsel, tensel, siyasal her türlü olguya
ikna olmak, onaylatmak ve belki de karşıt görüşlerle tartışmak ve iki yönlü
düşünebilmek için okuyoruz. Okurken Hamlet’i, Suç ve Ceza’yı, İnce Memed’i,
Tutunamayanlar’ı tekrar yazıyoruz.
Okuyoruz; çünkü bize bir yıldız kadar uzak olan varoluşa
ulaşabilmek için astronot olmamız gerekiyor ve hayal etmediğimiz takdirde bir
uzay aracını kullanamayacağımızı hepimiz çok iyi biliyoruz. Hem ne diyor Oscar
Wilde: “Sevgiyi besleyen hayal gücüdür; hayal gücü bizi bildiklerimizden daha
bilge hissettiklerimizden daha iyi kılar.” Diğerlerinden farklı olmadığımızı
görmek, yüksek duyarlılıkla sevmek, iyi bir insan olup iyi başka insanlar
yaratmak, güzel olana dönüşmek için okumamız gerekiyor. Tabi ki burada pörsük şiirselliğiyle insanların
kaba ve yüzeysel yaşamlarını, onlara tekrar hatırlatmaktan başka görevi olmayan
“çok satanlar”ı değil, hayatını ve varoluşunu sorgulayan ve okuyucuyu bu
sorgulamaya devam etmesi için teşvik eden yazarları okumaktan bahsediyorum…
Her şeye yabancılaşmanın ve Fischer’ın tabir ettiği gibi
kendine yetememenin ve yaşamı ıssızlaştırmanın sebebi de, aslında çok basit bir
soruyu ciddiye almamak ile o kadar alakalı ki... Şunu hiç unutmayın, insanı
insana anlatmanın en güzel yolu, güzel insanların güzel yazılarıdır…
Son olarak, Bergman hayranı olarak bir pasaj paylaşmak
isterim ve akabinde size tekrar hatırlatmak istediğim bir soru var. Bergman
diyor ki:
“Biz duygusal açıdan çok cahiliz. Bize anatomi,
Pretoria’daki tarım, hipotenüsün karesinin dik kenarların karelerinin toplamına
eşit olduğu gibi her tür boku öğrettiler. Ama insan ruhuna ilişkin tek bir şey
öğrenmedik. Kendimiz ve başkaları hakkında kara cahiliz aslında…”
Şimdi sorabilirim; siz neden kitap okursunuz?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)