Konuşma
metodu “susmak” olan insanlar için hayat; sırıkla yüksek atlama, 400 metre
engelli koşu, hatta engellerle zorlaştırılmış bir sprint koşusu kıvamındadır.
Öyle zor, öyle çaba ister bir dünyayı kavrama ve algılama şekli bu. Ne dediğini
sadece kendin duyarsın, çok acı…
Buraya nasıl
geldiğimi bilmiyorum. Sadece boş zamanlarımı insanların “gerçeklik”
algılayışını sorgulayıp, öze varmaya çalışmakla geçiriyorum. Tuttuğum notlara
baktığımda, nöral aygıtlarımızın kavrayışımız üzerindeki etkisini hatırlayarak
hayal kırıklığına uğruyorum. Nasıl
oluyor da “kavramsallaştırmak” denilen bu güçlü çekime bir türlü karşı
gelemiyoruz? Bilmek istiyorum.
Cevap
aslında çok basit… Algılamaya önce kendimizden başlamamız gerektiğini hep
unutuyoruz. Daha önceki yazılarımda insanın kendisinden kaçmasının,
kederlerinden uzaklaşmak adına kalabalıkta kaybolmasının ne büyük bir
talihsizlik olduğundan sıkça bahsetmiştim. Şimdi çoğunun “sessizlik” dediği
benimse “kendi iç sesimizi dinleme” olarak adlandırdığım bu kavramın önemini
bir kez daha anlıyorum. Çünkü özü görmek için sahip olduğumuz en kudretli şey
kendi bedenimiz ve benliğimizken, bunun farkına varamıyoruz.
Doğrudan
içerden, duygularımızdan gelen bir kavrayışın, kavramsallaştırmayı nasıl da
yücelteceğinden bahsediyorum… Böylesine gerçek bir bilgiyi kendimizden başka
kimden öğrenmeyi bekliyoruz ki?
İşte bu
yüzden ne zaman “kendi içindeki şey” den yoksun bir insan görsem susmayı tercih
ediyorum. Bu hatalı yaşam formlarının konuşmaları özden o kadar uzak ve
rahatsız edici ki; kendisini tanımadan başkaları hakkında kategorize edici
yorumlarda bulunmalarını komik ve rahatsız edici buluyorum.
İşte bu
yüzden yazının en başında “Öyle zor, öyle çaba ister bir dünyayı kavrama ve
algılama şekli bu” diyorum
Neden susuyorum?
Notlarımdan bazılarını aktarmak istiyorum:
Geçmişte
arkadaşlarımla buluşmak, sohbet etmek –konu ne olursa olsun- beni
heyecanlandırırdı. Yeni bir şey öğrenmek, davranışları gözlemlemek için büyük
bir fırsattı. Şimdi buluşmaların yüzde 80’ini susarak tamamlıyorum. Çünkü iç sesimi dinlemeye başladığım andan
itibaren artan farkındalığım şöyle diyor: “Sana arkadaşlıklarını sunmayacağını
bildiğin halde dostluk dilendiğin kişilerin cimriliği seni üzer. İşte asıl o
zaman kendini çok ama çok yalnız hissedersin Güzin.”
Sessizlik ve
içe dönüş için mükemmel bir neden!
Bir diğer
not, kısa bir süre önce arkadaşım vasıtasıyla tanıdığım biriyle sohbet ederken
karalanmış:
Olgunluk,
güçtür diyor. Önce anlamaya çalışıyorum. Ruhu çocuk kalmış ve büyümeyi reddeden
birinin asla olgun olamayacağını ima ediyor.
Gücün gereksizliği karşısında olgunluğun erdemini düşündüğümde aklım
biraz karışıyor ve aklıma iki pasaj geliyor.
"Olgunluk,
kendine yeten bir yalnızlıktır..." diyen Cesare Pevase ve
"Ara
sıra, "Elimde kalan 300 bin frangı bir yılda harcasam daha iyi etmiş olmaz
mıyım?" diye düşünüyorum. Sonra ne olacak? Bana ne sağlayabilir bu? Yeni
elbiseler mi? Kadınlar mı? Yolculuklar mı?
Hepsini gördüm; bunlar bitti artık, sağlayacakları sonuç çekmiyor beni… Bir yıl sonra, kendimi şimdiki kadar bomboş bulacağım; tek bir anım bile olmayacak, ölüm karşısında korkup duracağım."
diyen Jean Paul Sartre…
Hepsini gördüm; bunlar bitti artık, sağlayacakları sonuç çekmiyor beni… Bir yıl sonra, kendimi şimdiki kadar bomboş bulacağım; tek bir anım bile olmayacak, ölüm karşısında korkup duracağım."
diyen Jean Paul Sartre…
İşte o anda
her şey en başa dönüyor ve yine “sessizlik” başrol oynuyor… Sürekli istemek ve istediğini elde edene kadar
çabalamak üzerine konumlanan güç ve bilgelik açlığı olarak adlandırdığım iki
olguyu aynı kalıba sokan bu adam ne saçmalıyor!
İnsan başta hiç
mutlu değildir, ama bütün hayatını kendisini mutlu edeceğini sandığı bir şeyin
peşinde çabalayarak geçirir; nadiren amacına ulaşır, ulaştığında da yalnızca
düş kırıklığıyla karşılaşır. Sonunda bir enkaz gibidir ve limana direkleri ve
donanımları yok olmuş bir şekilde gelir. Ondan sonra da mutluluk ya da
mutsuzluk aynıdır, çünkü hayatı içinde bulunduğu her dakika yok olan andan
fazlası değildir ve şimdi de sona ermektedir." Diyen Schopenhauer benim yerime ne de güzel
cevap veriyor…
Yine çok kafa karıştırdım ve haklısınız uzun yazılar artık
okunmuyor öyle değil mi?
Hülasası;
Bana sorarsanız kişinin kendi bedeni ve benliği dünyanın
merkezi gibidir. Doğayı, doğanın var ettiklerini algılamak önce bu iç yolculuğu
tamamlamakla başlar… Nadiren de olsa sessizliğinizi bozan insanlar karşınıza
çıkar. Onlara sıkı sıkı sarılın. Onlar size yukarıdan -özden çok uzak bir yer- değil içeriden bakanlardır...
Hayatı kavram kargaşası ve kategorize münakaşası içinde
yaşayan empati yoksunları mı? Onların kısır ve aşağılayıcı sohbetlerine konuk
olmaktansa hiç konuşmamak daha iyi.
Enjoy the silence =)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder