“Ben niye böyleyim?”
Nasıl oluyor da mefkure sahibi insanlarmış gibi davranıp, idealizmin
kenarından bile tutamamış bu insan kalabalığının arasına, bana verilen zeka ve
rol kabiliyetini kullanarak karışamıyorum! Üstelik böylesi bir davranışın, çok
daha rahat ve mutlu bir yaşam vaat ettiğini bildiğim halde.
Şimdi tutup da bana, “sen kim oluyorsun?” diyebilirsiniz,
haklısınız da… Zira bu kabiliyeti kullanamayışımın sebebi, herhalde kim
olduğumu bilemeyişimden de kaynaklanıyor, böyle düşünüyorum…
Bu sorunun peşinden koşmak marazi bir bağımlılık artık.
Ancak cevap bulamadığım her gün beynimi biraz daha çürüttüğü de su götürmez bir
gerçek… Neden böyleyim ki? Ya da önce şöyle sormam mı gerekiyor;
“Ben gerçekten
kimim?”
Size birinden bahsedeceğim:
“Knut Hamsun.” En iyi bildiği duyguyu “Açlık” romanında
betimleyerek, Nobel Ödülü’ne layık görülmüş, tuhaf bir adam. Üstelik en az Ralph Waldo Emerson ve Henry David Thoreau kadar
özel...
Behçet
Necatigil’in çevirisiyle okuduğumdan mı, tüm olumsuz koşullara rağmen asla
vazgeçmediği yazma tutkusunun cazibesine kapıldığımdan mı, ya da bi-neva haline
rağmen elinde bulunanı muhtaç olanlara verebilecek insanlığından mı bilinmez
bir başka sevdim bu çelimsiz ve çaresiz adamı… Yazdığı her satır, Jean-Jacques
Rousseau’ya selam niteliğinde şüphesiz, yine de romantizmden çok realizm
sınırları içerisinde yüzüyor olması da beni hayrete düşürdü.
Elindeki tek
değerli varlığı, kurşun kalemini tanımlarken kullandığı bir cümleyi yazarsam
şuraya bir yere, beni daha iyi anlarsınız belki…
“Rastgele bir
kalem için bunca yol yürümek aklımdan bile geçmezdi. Ama bu kalem için değişir
iş, bu başka. Değersiz bir şey gerçi; fakat benim için şu yeryüzündeki yerimi
aşağı yukarı bu kalem sağladı. Hayattaki yerimi, ben ona borçluyum.”
Sanırım
toplumdan kendi tercihleriyle soyutlanarak, kendilerini varoluş ve varoluş
gerekçelerini aramaya adayan insanlara hayranım. Belki de sessizliğim, bu
insanların benden çok uzak bir evrende yaşıyor olmasından kaynaklanıyor… Tek
başıma kalmayı ve kimseyle iletişim kurmamak istememi başka türlü
açıklayamıyorum. Ya da diğer insanların davranışlarından bu denli rahatsız
olmamın mantığa sığan başka bir açıklamasını bulamıyorum.
Hayatımda en
azından bir kez Pesso, Kafka, Thoreau ya da Rousseau gibi insanlarla
karşılaşıp, bu vasatlığa bir son vermek isterdim. Zaman makinesinin icadını en
çok bu yüzden hevesle bekliyorum. Zamanın efendisi Doctor Who gibi Tardis’e
atlayıp, Knut Hamsun’a ellerimle yaptığım bir tencere yemeği götürebilseydim
şayet, hem kendi açlığımı hem de onun açlığını sonlandırabilirdim diye hayal
kurmadan edemiyorum…
Yazarları
bile kimliklerinin dışında değerlendirmeyen bir toplumun, erdem olmadan var
olabileceklerine inandıklarına şahit olmaktan mideme giren krampları burada
kusmaktan ziyadesiyle yoruldum.
Tamam, hemen
Karadeniz’de gemileri batırdı demeyin. Yazıya TRT’den fırlamış spikerler gibi
devam etmeyeceğim. Kendimden kurtulmak için buraya sığındığımı da düşünmeyin…
Sadece cevap arıyorum, belki yardım edersiniz diye, zaten pek mecalim de
kalmadı.
Yetişkin mi
oluyorum ne? Oysa hala 15 yaşında gibi takılmamda hiçbir beis yoktu…
DİPNOT: 26 yaşındayım. İnatla büyümek istemiyorum.
DİPNOT: 26 yaşındayım. İnatla büyümek istemiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder