Sayfalar

27 Ocak 2014 Pazartesi

Tardis'e atlayıp gidelim buralardan



“Ben niye böyleyim?”

Nasıl oluyor da mefkure sahibi insanlarmış gibi davranıp, idealizmin kenarından bile tutamamış bu insan kalabalığının arasına, bana verilen zeka ve rol kabiliyetini kullanarak karışamıyorum! Üstelik böylesi bir davranışın, çok daha rahat ve mutlu bir yaşam vaat ettiğini bildiğim halde.  

Şimdi tutup da bana, “sen kim oluyorsun?” diyebilirsiniz, haklısınız da… Zira bu kabiliyeti kullanamayışımın sebebi, herhalde kim olduğumu bilemeyişimden de kaynaklanıyor, böyle düşünüyorum…

Bu sorunun peşinden koşmak marazi bir bağımlılık artık. Ancak cevap bulamadığım her gün beynimi biraz daha çürüttüğü de su götürmez bir gerçek… Neden böyleyim ki? Ya da önce şöyle sormam mı gerekiyor; 

“Ben gerçekten kimim?”

Size birinden bahsedeceğim:

“Knut Hamsun.” En iyi bildiği duyguyu “Açlık” romanında betimleyerek, Nobel Ödülü’ne layık görülmüş, tuhaf bir adam. Üstelik en az Ralph Waldo Emerson ve Henry David Thoreau kadar özel...

Behçet Necatigil’in çevirisiyle okuduğumdan mı, tüm olumsuz koşullara rağmen asla vazgeçmediği yazma tutkusunun cazibesine kapıldığımdan mı, ya da bi-neva haline rağmen elinde bulunanı muhtaç olanlara verebilecek insanlığından mı bilinmez bir başka sevdim bu çelimsiz ve çaresiz adamı… Yazdığı her satır, Jean-Jacques Rousseau’ya selam niteliğinde şüphesiz, yine de romantizmden çok realizm sınırları içerisinde yüzüyor olması da beni hayrete düşürdü.

Elindeki tek değerli varlığı, kurşun kalemini tanımlarken kullandığı bir cümleyi yazarsam şuraya bir yere, beni daha iyi anlarsınız belki…

“Rastgele bir kalem için bunca yol yürümek aklımdan bile geçmezdi. Ama bu kalem için değişir iş, bu başka. Değersiz bir şey gerçi; fakat benim için şu yeryüzündeki yerimi aşağı yukarı bu kalem sağladı. Hayattaki yerimi, ben ona borçluyum.”

Sanırım toplumdan kendi tercihleriyle soyutlanarak, kendilerini varoluş ve varoluş gerekçelerini aramaya adayan insanlara hayranım. Belki de sessizliğim, bu insanların benden çok uzak bir evrende yaşıyor olmasından kaynaklanıyor… Tek başıma kalmayı ve kimseyle iletişim kurmamak istememi başka türlü açıklayamıyorum. Ya da diğer insanların davranışlarından bu denli rahatsız olmamın mantığa sığan başka bir açıklamasını bulamıyorum.

Hayatımda en azından bir kez Pesso, Kafka, Thoreau ya da Rousseau gibi insanlarla karşılaşıp, bu vasatlığa bir son vermek isterdim. Zaman makinesinin icadını en çok bu yüzden hevesle bekliyorum. Zamanın efendisi Doctor Who gibi Tardis’e atlayıp, Knut Hamsun’a ellerimle yaptığım bir tencere yemeği götürebilseydim şayet, hem kendi açlığımı hem de onun açlığını sonlandırabilirdim diye hayal kurmadan edemiyorum…

Yazarları bile kimliklerinin dışında değerlendirmeyen bir toplumun, erdem olmadan var olabileceklerine inandıklarına şahit olmaktan mideme giren krampları burada kusmaktan ziyadesiyle yoruldum.

Tamam, hemen Karadeniz’de gemileri batırdı demeyin. Yazıya TRT’den fırlamış spikerler gibi devam etmeyeceğim. Kendimden kurtulmak için buraya sığındığımı da düşünmeyin… Sadece cevap arıyorum, belki yardım edersiniz diye, zaten pek mecalim de kalmadı.


Yetişkin mi oluyorum ne? Oysa hala 15 yaşında gibi takılmamda hiçbir beis yoktu…

DİPNOT: 26 yaşındayım. İnatla büyümek istemiyorum. 

Hiç yorum yok: