Sayfalar

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Paralel Evren




Son günlerde sadece kafam değil hayatımda biraz karışık. Haruki’nin romanlarından birinde başrolmüş edasındayım. Herkes normal seyrinde hayatına devam ederken, ben paralel evrende bambaşka bir hayat yaşıyorum.  Bulunduğum dünyaya adapte olmakta zorlandığım için mi bilmem, hemen yanı başımda duran kapıdan kestirme kendi evrenime dalıyorum. Hikâyenin sonu malum. Tahmin etmekte sıkıntı çekmeyeceğiniz üzere bir çıkış yolu bulamıyorum. Önce biraz uzaklaşmak düşüncesiyle kapıyı aralıyorum. Merak bu ya, Güzin durur mu? Biraz derinlere yürümeliyim diyorum. İlerliyorum… Ve evet, kayboluyorum.  Sanırım müzmin bir budala olarak öleceğim. Hayır, gerçekten saçmaladığıma beni ikna etmeye çalışmayın. Görünen köye kılavuz lüzumsuz öyle değil mi?

Aslında bu yazıyı belki aynı evreni paylaştığım; ama henüz karşılaşmadığım birileri vardır diye yazıyorum. Size de oluyor mu bilmiyorum? Durum tam olarak şu; bu kapıdan gece içeri giriyorum. Gün aydığında binayı terk ediyorum. Gece ve gündüzün her gün tekrarlanması binanın şeffaflığını etkilemiyor. Zaten gece ve gündüz, paralel evrende zamanın evrenselliğini nitelemiyor. Evrenin belli bir yerinde belli bir çekimin yarattığı harekete katılıyorum sadece. Güneş ve Dünyamız arasındaki dans, paralel evrende 24 saat değil haliyle. Yani öyle algıladığınız bir gece ile gündüz kavramı yok.  Venüs’te bir gün, 243 Dünya günüdür mesela, öyle. Paralel evrende akrep ile yelkovanı kimse tanımıyor. Tik tak diye bir yansıma ses yok. Kedilerin konuşabildiği, tavşanların uçabildiği bir dünyadan bahsediyorum. Evet, kesinlikle daha mutlu bir yer. Bulutların üzerinden benliğinizi kuşbakışı seyredebiliyor, yağmurda sadece bedeninizi değil ruhunuzu da güzelce temizleyebiliyorsunuz. Garip, öyle değil mi? Çepersiz uzayda, sonsuz şeffaflıkta, devasa gölge oyunları…

Farkında değilsiniz belki; ama herkesin bir paralel evreni var. Ursula K. Le Guin’in kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlattığı Mülksüzler romanı gibi… Haruki’nin birbirini gökyüzünde çift ayın bulunduğu bir dünyada arayan iki aşığı anlattığı 1Q84 romanı, hatta en yakınımızdan Serdar Özkan’ın Kayıp Gül romanı ve daha birçoğu… Pek çok yazar, kitaplarını dünya kod adlı gezegenden çok uzak bir köşede yazmıştır. Keza Miyazaki’nin filmleri de paralel evrenden izler taşır. Hulasası burası pek hoş bir yer. Lakin öyle herkesin pata küte dalabildiği bir gezegen değil. Her şeyden önce yalnızlığı kabul etmek gerekiyor. Zira yalnızlığı ilke edinememiş herkes bu evrende kat kat daha fazla acı çekiyor.  Elbette Ursula, Mülksüzler romanında bunu harika betimliyor. Benlik arayışı içerisindeki karakterimiz, Urras adlı gezegene geliyor ve sevgi arıyor. Ancak kendini kabul ettirmek için öylesine farklı davranıyor ki… İhmal edilmiş, bastırılmış, ama mutlak kendini yansıtan benliği, bu yeni dünyada ona acıdan başka bir şey getirmiyor. Ursula’nın kaleminden kahramanımız bu farklı dünyayı şöyle betimliyor:
  
"Küçük bir çocukken,  geniş yatakhanenin penceresinden Ay’ın doğuşunu Palat’la birlikte görmüştüm. Çocukluğumun tepeleri üzerinden, Toz’un kuru düzlükleri üzerinden görmüştüm. Abbenay’ın çatıları üzerinden, yanımda Takver’le görmüştüm. Ama o, bu Ay değildi”

Umarım daha iyi anladınız. Gerçekler ile insanın yüreğinden geçenleri aynı kefeye koyamıyoruz. Bu dünyada yüzümüze taktığımız maskelerle gerçeği gölgeleyerek yaşayabiliyor; ama paralel evrende yüreğimizden geçenleri inkâr edemiyoruz. Salt benlik! Pür yalnızlık! Hemen yanı başınızda duran o kapı iç dünyanıza açılır. Paralel evren şeffaftır. Bu evrende mutlu olabilmek için dünya saçmalıklarından arınmış olmak şarttır. Burası sonsuza açılan kapıdır. Haruki bunu metafor olarak tanımlar ve şöyle der:
Senin dışında olan bir şey içinde olan bir şeyin yansıması; senin içinde olan bir şey dışında olan bir şeyin yansıması. İşte o yüzden de kendi dışında olan bir gezegene adım atmak yoluyla, kendi içindeki gezegene de adım atmış olursun. Bu da çoğu durumda hayli tehlikelidir.” Yani paralel evrene dalmak biraz da cesaret ister.

Özetle; çöküş ve yıkım üzerine kurgulanmış dünya kod adlı gezegenimize benim gibi tahammül edemeyenler, kestirme bir yol ararken keşfederler paralel evreni. Karanlıkta fenerle yürümeye benzer burada düşünmek. Kaçamazsın olduğun kişiden....

Schopenhauer şöyle der: "Herkesin kendi başına kaldığı yalnızlıkta, insanın kendinde neye sahip olduğu görülür." İşte bu yüzden Seneka söylediklerinde çok haklıdır. "Ahmaklık, kendi kendinden bıkkınlık hatasıdır."




Neyse! Bu uçucu zırvaları boş verelim.

Artık devir Kafkaların, Pessoların ya da ne bileyim şu an beni anlayacağını düşündüğüm tek kişi olan Schopenhauer’un devri değil…  Ne yalnızlığımı ne de mutsuzluğumu ciddiyetsiz tavırların huzuruna kurban olarak sunmak istemiyorum. Zaten uzun uzadıya anlatsam bile kim dinler Allah aşkına? İşin yoksa bir de çevrendekileri şizofren olmadığına ikna et dur. Bizim dünyada yine akşam oldu. En iyisi ben sıraya gireyim, elektronik düşünce kartımı da yanıma aldım, iç sesimi de ekrana okuttum. Bu elimdekiler mi? Birkaç kitap, bir de müzik kutum. 

Döner miyim?
Zannetmiyorum. 
Ben bu dünyada kendimle çok mutluyum.
Zaten asıl soru bu değil?
Ya bir daha paralel evrene geçemezsem?

1 yorum:

mavininacigi dedi ki...

Ben dinlerim seni (:

Çok haklısın aslında, çok da güzel anlatmışsın. Kendilerini başta yalnız kabul etmeli insan. Karşına çıkan biri onun yalnızlığını tamamlamalı. Yalnızlığını gidermemeli. Bu vesileyle, aynı evrenin yolunu tutursak yol uzun olacağından malum ben dinlerim hatta anlatabilirim de. (: