Son günlerde sadece kafam değil hayatımda biraz karışık.
Haruki’nin romanlarından birinde başrolmüş edasındayım. Herkes normal seyrinde
hayatına devam ederken, ben paralel evrende bambaşka bir hayat yaşıyorum. Bulunduğum dünyaya adapte olmakta zorlandığım
için mi bilmem, hemen yanı başımda duran kapıdan kestirme kendi evrenime
dalıyorum. Hikâyenin sonu malum. Tahmin etmekte sıkıntı çekmeyeceğiniz üzere bir
çıkış yolu bulamıyorum. Önce biraz uzaklaşmak düşüncesiyle kapıyı aralıyorum.
Merak bu ya, Güzin durur mu? Biraz derinlere yürümeliyim diyorum. İlerliyorum…
Ve evet, kayboluyorum. Sanırım müzmin
bir budala olarak öleceğim. Hayır, gerçekten saçmaladığıma beni ikna etmeye
çalışmayın. Görünen köye kılavuz lüzumsuz öyle değil mi?
Aslında bu yazıyı
belki aynı evreni paylaştığım; ama henüz karşılaşmadığım birileri vardır diye
yazıyorum. Size de oluyor mu bilmiyorum? Durum tam olarak şu; bu kapıdan gece
içeri giriyorum. Gün aydığında binayı terk ediyorum. Gece ve gündüzün her gün
tekrarlanması binanın şeffaflığını etkilemiyor. Zaten gece ve gündüz, paralel
evrende zamanın evrenselliğini nitelemiyor. Evrenin belli bir yerinde belli bir
çekimin yarattığı harekete katılıyorum sadece. Güneş ve Dünyamız arasındaki
dans, paralel evrende 24 saat değil haliyle. Yani öyle algıladığınız bir gece ile
gündüz kavramı yok. Venüs’te bir gün,
243 Dünya günüdür mesela, öyle. Paralel evrende akrep ile yelkovanı kimse
tanımıyor. Tik tak diye bir yansıma ses yok. Kedilerin konuşabildiği,
tavşanların uçabildiği bir dünyadan bahsediyorum. Evet, kesinlikle daha mutlu
bir yer. Bulutların üzerinden benliğinizi
kuşbakışı seyredebiliyor, yağmurda sadece bedeninizi değil ruhunuzu da güzelce
temizleyebiliyorsunuz. Garip, öyle değil mi? Çepersiz uzayda, sonsuz
şeffaflıkta, devasa gölge oyunları…
Farkında değilsiniz belki; ama herkesin bir paralel evreni
var. Ursula K. Le Guin’in kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı
anlattığı Mülksüzler romanı gibi… Haruki’nin birbirini gökyüzünde çift ayın bulunduğu
bir dünyada arayan iki aşığı anlattığı 1Q84 romanı, hatta en yakınımızdan
Serdar Özkan’ın Kayıp Gül romanı ve daha birçoğu… Pek çok yazar, kitaplarını
dünya kod adlı gezegenden çok uzak bir köşede yazmıştır. Keza Miyazaki’nin
filmleri de paralel evrenden izler taşır. Hulasası burası pek hoş bir yer.
Lakin öyle herkesin pata küte dalabildiği bir gezegen değil. Her şeyden önce
yalnızlığı kabul etmek gerekiyor. Zira yalnızlığı ilke edinememiş herkes bu evrende kat
kat daha fazla acı çekiyor. Elbette
Ursula, Mülksüzler romanında bunu harika betimliyor. Benlik arayışı
içerisindeki karakterimiz, Urras adlı gezegene geliyor ve sevgi arıyor. Ancak
kendini kabul ettirmek için öylesine farklı davranıyor ki… İhmal edilmiş,
bastırılmış, ama mutlak kendini yansıtan benliği, bu yeni dünyada ona acıdan
başka bir şey getirmiyor. Ursula’nın kaleminden kahramanımız bu farklı
dünyayı şöyle betimliyor:
"Küçük bir çocukken,
geniş yatakhanenin penceresinden Ay’ın doğuşunu Palat’la birlikte
görmüştüm. Çocukluğumun tepeleri üzerinden, Toz’un kuru düzlükleri üzerinden
görmüştüm. Abbenay’ın çatıları üzerinden, yanımda Takver’le görmüştüm. Ama o,
bu Ay değildi”
Umarım daha iyi anladınız. Gerçekler ile insanın yüreğinden
geçenleri aynı kefeye koyamıyoruz. Bu dünyada yüzümüze taktığımız maskelerle gerçeği
gölgeleyerek yaşayabiliyor; ama paralel evrende yüreğimizden geçenleri inkâr
edemiyoruz. Salt benlik! Pür yalnızlık! Hemen yanı başınızda duran o kapı iç dünyanıza
açılır. Paralel evren şeffaftır. Bu evrende mutlu olabilmek için dünya saçmalıklarından arınmış olmak şarttır. Burası sonsuza açılan kapıdır. Haruki bunu metafor olarak
tanımlar ve şöyle der:
Senin dışında olan bir şey içinde olan bir şeyin
yansıması; senin içinde olan bir şey dışında olan bir şeyin yansıması. İşte o
yüzden de kendi dışında olan bir gezegene adım atmak yoluyla, kendi içindeki
gezegene de adım atmış olursun. Bu da çoğu durumda hayli tehlikelidir.” Yani paralel evrene dalmak biraz da cesaret ister.
Özetle; çöküş ve yıkım üzerine kurgulanmış dünya kod adlı
gezegenimize benim gibi tahammül edemeyenler, kestirme bir yol ararken
keşfederler paralel evreni. Karanlıkta fenerle yürümeye benzer burada düşünmek. Kaçamazsın olduğun kişiden....
Schopenhauer şöyle der: "Herkesin kendi başına kaldığı yalnızlıkta, insanın kendinde neye sahip olduğu görülür." İşte bu yüzden Seneka söylediklerinde çok haklıdır. "Ahmaklık, kendi kendinden bıkkınlık hatasıdır."
Neyse! Bu uçucu zırvaları boş verelim.
Artık
devir Kafkaların, Pessoların ya da ne bileyim şu an beni anlayacağını
düşündüğüm tek kişi olan Schopenhauer’un devri değil… Ne yalnızlığımı ne de mutsuzluğumu ciddiyetsiz
tavırların huzuruna kurban olarak sunmak istemiyorum. Zaten uzun uzadıya anlatsam
bile kim dinler Allah aşkına? İşin yoksa bir de çevrendekileri şizofren olmadığına ikna et
dur. Bizim dünyada yine akşam oldu. En iyisi ben sıraya gireyim, elektronik
düşünce kartımı da yanıma aldım, iç sesimi de ekrana okuttum. Bu elimdekiler
mi? Birkaç kitap, bir de müzik kutum.
Döner miyim?
Zannetmiyorum.
Zannetmiyorum.
Ben bu dünyada kendimle çok mutluyum.
Zaten asıl soru bu değil?
Zaten asıl soru bu değil?
Ya bir daha paralel evrene geçemezsem?
1 yorum:
Ben dinlerim seni (:
Çok haklısın aslında, çok da güzel anlatmışsın. Kendilerini başta yalnız kabul etmeli insan. Karşına çıkan biri onun yalnızlığını tamamlamalı. Yalnızlığını gidermemeli. Bu vesileyle, aynı evrenin yolunu tutursak yol uzun olacağından malum ben dinlerim hatta anlatabilirim de. (:
Yorum Gönder