Herkesin hiçbir şey olduğu bu zamana nasıl vardık diye
düşünüyorum. Patron olamayan patronlar,
dost kelimesinin içini dolduramayan arkadaşlar, okur olmayan yazarlar hatta en
vahimi de insan olmayı beceremeden belli bir yaşa gelebilmiş insanlar… Siz hiç
düşündünüz mü bilemiyorum? Bu yazıyı yazarken ya çok içtiğimi ya da çöl
sıcaklarının beynimi yaktığını düşüneceksiniz. Ama merak ediyorum. Her şey başka türlü olabilirdi. Dünya daha az
çirkin bir yer olabilirdi diye yakınmadan duramıyorum. Asıl anlamlandıramadığım ise bu algılayışın
pesimist mi yoksa optimist mi olduğu? Elbette bir fikrim var. Ben tüm bunların anlaşamıyor olmamızdan
kaynaklandığını düşünüyorum. Sadece
insanlarla değil, yaşadığımız evrenle belki de kendimizle olan diyaloglarımızın
homojen ortamda yansımıyor, kırılmıyor olması içler acısı! Son beş aydır içinde
bulunduğum her ortamda, tanıştığım her insanda bu karanlığın virüs gibi yayıldığını
görmekse var oluşumu daha da kirletiyor. Başkalaşıyorum… Neyse konu bu değildi. Spot ışıklarını bir iki
saniye kendime doğrultmasam olmaz. Konu şu: “Sorunlar, çözüm iradesi olmadan
başkalarının dayatmasıyla çözülür mü?” Soruyorum çünkü evveliyatında izlediğim bir
videoda Ernseto Sirolli şöyle diyor: “İnsanlarla anlaşmanın iki yolu var.
Onlara ya dayatmacı yaklaşırsınız ya da babacan” Sonra insanlarla olan
ilişkilerime bakıyorum. Çoğunlukla dayatmacı olduğumuzu gözlemliyorum.
Soğuk denebilecek bir gün. Belli belirsiz bir yaz açılımı. Bizim
Abbasağa parkında yürüyorum. Şurada burada, günü ve çevresini yadırgayan,
bulunduğu ortamın yabancısı birkaç insan… Yoruluyorum. Bir banka oturuyorum.
Yol üstünde ayakta durarak tartışır bir ses tonuyla konuşan iki insan geliyor
önüme. İnatla bir fikri savunuyor sakallı olan. Kısa boylu olan diğeri onu
dinlemiyor bile. Oysa dinlese ortak bir fikirleri var. Ama anlaşamıyorlar. Çünkü
birbirlerini hiç dinlemiyorlar. İkisi de benimsedikleri fikirleri karşı tarafa
dayatma yolunu seçmiş, çırpınıyorlar…
Yaklaşık bir hafta önce. Birbirini tanımayan insanları ortak
bir işi yapmak üzere bir araya getiren bir kurumun içerisindeyim. Doğal bir uğultu ve ses var, giderek büyüyor.
Tanışanlar, selamlaşanlar, sessizler, uzak duranlar derken kurumun hatırı
sayılır mevkide bir çalışanı geliyor ve diğer çalışana bir soru soruyor.
Kızcağız anlatıyor biraz heyecanlı. “Ben sana onu sormadım” diyor bizim mevki
sahibi. Alıyor bir anlaşamazlık büyüyor da büyüyor. Çünkü kişisel gelişim
kitaplarını tavaf etmiş bizim mevki sahibi çalışanını dinlemiyor. Duymak
istediklerini duymak istiyor.
Başta bir soru sormuştum. “Sorunlar, çözüm iradesi olmadan
başkalarının dayatmasıyla çözülür mü?” Bu soruya kendi verdiğim cevabı
paylaşmak istiyorum. Çözüm iradesi olarak adlandırılan sonuca ulaşma gayretinin
alt yapısı önce kendimizi sonra insanları çok iyi dinlemekten geçiyor. Hikâyelerden ilkinde ortak noktada el
sıkışamayan iki gencin önce neyi tartıştıklarını duymaları gerekiyor. Mevki
sahibinin sorunu, o sorunun tam ortasında oturan çalışanlardan dinleyerek çözüm
üretmesi gerekiyor. Ve daha pek çok anlaşmazlık
çenemizi kapatıp, karşı tarafın söylediklerine saygı duymadığımız için
oluşuyor. Birine bir fikir verirken bile
gerçekten ne yapmak istediğini dinlemeden, genel geçer yöntemler üzerinden
gidiyor olmamız da bu yüzden. Mesuliyet almak istemiyoruz. Yaratıcı işler çıkarmak istediğimiz ortamlarda
geleneksel olanı takla attırıp yeni bir şey üretiyor olduğumuzu sanmamız da bu
yüzden. Dinlemiyor ve korkuyoruz. Sürekli dayatıyoruz. Sonuç mu? Hep başarısız oluyoruz.
Size bir şey söyleyeyim mi? Kıl payı kaçırdığınız
güzelliklerden koca bir gezegen kurulur; fakat dinleyip yakalayamıyorsunuz.
Sonra neden mendebur olduğumu ve hiç konuşmadığımı soruyorsunuz. Hiç kimse
kimseden üstün veya farklı değil. Sabahattin Ali’nin enfes yazılmış romanı Kürk
Mantolu Madonna’da şöyle der: "..dünyanın
en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete
düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir! Niçin bunu anlamaktan bu
kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlûku anlaşılması ve hakkında hüküm
verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?” ve ben hala düşünüyorum… Hakikaten
herkesin hiçbir şey olduğu bu zamana nasıl vardık?
Güzin GÜZEY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder