Geçenlerde okuduğum bir
yazı üzerinden bazı sorular oluşturdu aklım. Yeterince tatmin edici gelmedi kendime
verdiğim cevaplar... Haliyle yazmak, paylaşmak ve siz sevgili okurunda görüşlerini
almak istedim.
Esasen, felsefeye ilgim
düzenli olarak okuyup, araştırmaya başladığımdan beri var. Felsefe’nin neden
Yunanca konuşulan coğrafyada filizlendiği sorusu ile başlamış bu arayışım aslında
felsefenin nasıl doğduğuna cevap ararken tee buralara kadar geldi…
“Yine spot ışığını
kendime çevirdim, esas konu heder olmak üzere.”
Şöyle, okuduğum bir
Arapça kökenli metin ile çok daha evvelden bildiğim Yunan metni aynı öğreti
üzerinde vurgu yapıyordu. Arap kültürünün eski Yunan felsefesiyle adeta
harmanlandığının en güzel iki örneğiydi bu metinler. Daha sonra bir kültürden
çok bir bilgi olmaya başlayan bu detayların hatta kişilerin, daha doğrusu tüm felsefenin,
potansiyeli güce dayalı, ileri teknoloji
sahibi toplumlarda artık bu şekilde ayakta kalabildiğini düşündüm. Ama yine de
bir detay var ki asla değişmiyor ve net bir cevap bulunamıyordu, o da; Batı’daki yokluk sevgisizliği…
Batı her zaman varlığı
tanıyor; fakat yoklukla alıp veremediği bir şeyler var gibi. Sümerler’in Babil
sayı sistemi olarak bilinen sadece iki rakamın kullanıldığı 60 tabanlı sistem,
Thales’ten Pisagor’a Babil ve Mısır’ı gezen diğer filozoflarında “sıfır”
sistemli sayı problemleri ile ilgilenmemeleri vs. Yunanlı düşünürler neden sıfırla
ilgilenmedi ki dedirtiyor.
Önce Batı’ya baktım.
Varlık kavramını Parmenides’e dayandıran Batı’ya göre “Yokluk, yoktur.
Olanaksızdır ve düşünülemezdir.” Hatta Heidegger’in “eğer bir şey var olmuyorsa
vardır diyemem, onun varlığı var olmamaktır.” yazarken bile Parmenides’in
ardılı olduğunu anlamak hiç de zor değil. Bütün Batı felsefesinin varlığı bu
şekilde irdeliyor olması varlığın kaynağını konu alan felsefeye derinden
siniyor. Evet, hiç şaşırtıcı değil. Fakat bu mücadele içinde Nietzsche’nin bunu
reddetmesi benim asıl dikkatimi çeken oluyor.
Nietzche’yi pür desteklediğim söylenemez. Fakat bana kalırsa Nietzche’nin tam olarak her şeyi reddettiği de söylenemez. Varlık ve yokluğu da öyle… İşte bu yüzden Nietzche bana biraz daha yakın geliyor. Çünkü o kendi oluşturduğu nihilizmin bile aşılabileceğinin en güzel örneği. Bana kalırsa nihilist felsefenin eksik ve yanlış anlaşılıyor olması onu öteliyor. Çünkü onun felsefesi kesinlikle yaşamı olumlayan hatta yaşamın değerinin anlaşılıp, yüceltilmesi gerekliliğini savunan bir felsefe ki yine dağıldım bu başka bir konu.
Nietzche’yi pür desteklediğim söylenemez. Fakat bana kalırsa Nietzche’nin tam olarak her şeyi reddettiği de söylenemez. Varlık ve yokluğu da öyle… İşte bu yüzden Nietzche bana biraz daha yakın geliyor. Çünkü o kendi oluşturduğu nihilizmin bile aşılabileceğinin en güzel örneği. Bana kalırsa nihilist felsefenin eksik ve yanlış anlaşılıyor olması onu öteliyor. Çünkü onun felsefesi kesinlikle yaşamı olumlayan hatta yaşamın değerinin anlaşılıp, yüceltilmesi gerekliliğini savunan bir felsefe ki yine dağıldım bu başka bir konu.
Esas konuya
dönecek olursak sıfır sayısını nicelik olarak kabul eden ve negatif sayıları
bulan nedense Hintliler oluyor. Araplar ve Çinlilerde bu sistemi Hintlilerden
öğreniyor. Araplardan da Avrupalılar… Yine de Batı Rönesans dönemine kadar
sıfıra karşı duyduğu tedirginliği üzerinden atamıyor. Düşünün 2000’lere ilk
girdiğimizde 99 yerine 00 yazamayacağız diye uçaklar düşecek, kıyametler
kopacak, ekonomi iflas edecek vs. Kaos ortamı oluşmuştu. Yokluğu tanımamak,
sıfıra biçilen bu değersizlik neyin kafası?
Yokluğu tanısak
da tanımasak da yokluk var, hepimiz biliyoruz. Bence Batı felsefesi Paradoksu
Doğu’dan öğrendiğini unutmamalı. Batı eskiden olduğu gibi bugünde yokluğu
reddediyor. Bu yüzden bu kadar sancılı… Doğu ise bu paradoksla barış içinde
olduğundan dingin ve özgür… Hint felsefesinden bir söz bunu çok iyi açıklıyor; “Önce
ne varlık vardı ne de yokluk, ne hava vardı ne de ötedeki gökyüzü, neydi onu
saran? Neredeydi? Kimin himayesindeydi?”
Bana kalırsa boş,
boşluk, hiç, yokluk, hiçlik, anlamsızlık gibi kavramlar, görünmeyen biçimi
içindeki evreni simgeler ve evrenin görünüşler dünyasına dönüşmesinden önceki
halinin bir betimlemesi. Gökyüzü, yıldızlar ve uzay sıfırın, sonsuzluğun,
görünmeyenin bir uzantısı.
Yine de kafam hala
karışık. Hiçbir zaman hiçbir görüş hakkında net olduğumu söyleyemem. Her ifadeyi yorumlamak o kadar göreceli ki, şu “acabalar” bende hiç bitmiyor…
Peki, siz ne düşünüyorsunuz?
2 yorum:
Felsefenin 'neden Yunanca konuşulan topraklarda filizlendi'ği sorunsalına kendi çapımda bir cevap vereyim.
Felsefeyle direkt ilgilenmeyen biri olarak; önce kendime 'neden Afrikalılar tarih boyunca geri kaldı' sorusunu sormuş, birbirini tamamlayan sorular zinciriyle de kafandaki soru işaretine ulaşmıştım.
Uzatmayayım. Antik Yunan, daha doğrusu İyonyalılar'ın olduğu bölge her zaman refah içinde, en yaşanılası kentlerden olmuş.
İnsanın ilk ihtiyacı karnını doyurmaktır. Bölgenin bereketli sulak toprağı; karın doyurmak bir tarafa, fazladan ürün verip ticarete yer açıyor, halkı zenginleştiriyordu. Karnı doyan, hiçbir sıkıntısı olmayan insanlar ya bilime ya da maneviyata yöneliyordu. Karnı tok olan insan; düşünüyordu.
Bugün de böyle değil mi?
Dünyada bu gibi coğrafyalar, iklimler çok var elbet. Fakat orada yaşayan insanların felsefede neden bu denli ilerleyemediklerini çözebilmiş değilim.
Bazıları da zorunluluktan düşünmek zorunda kalmış. Nil çevresinde yaşayan insanlar gibi. Tarlasını su basmaması için astrolojide, geometride, bilimde ilerleyen Mısırlılar gibi.
Benim hiçbir bilimsel desteği olmayan bu cevabım tatmin etmemiş olabilir. Ama daha mantıklı bir şey bulamadım.
Lakin "hiçbir zaman hiçbir görüş hakkında net olduğumu söyleyemem." :)
@Camdaki_sinek 'ten sevgilerle.
Neden bilmiyorum ama bence tüfek mikrop ve çelik kitabı sana çok uygun. Okumanı tavsiye ederim. Bu arada teşekkürler yorumun için...
Yorum Gönder