“Neden gözlerimizi hiç kullanmıyoruz?” Gözün sezgileri de nitelediğini hiç bilmediğimiz için mi? Ya da maddenin ötesine geçmekten çok mu korkuyoruz?
Kapının arkasında nasıl bir dünya var, bilmediği için
yıllarca kapının kolunu seyretmiş çoğunluğa sesleniyorum… Biri gelir de o kapıyı benim yerime açar
diyerek yaşamı boyunca sadece maddeye odaklanan, otomatik beyinlere…
Bu soruyu kendime, bir yığın kırışıklığın arasında ışıksız kalmış gözlerini gördüğüm zaman sordum… Onca izin anlatamadığı yorgunluğu, hüznü, bakışlarında gördüğüm zaman ki hislerim seslendi kalbime… Başını salladı… Hiçbir zaman anlaşılmak istememişti ki… Bugüne kadar ona bakanların gördükleri tek şey ne görmek istedikleriydi. Zaten öyle de olmalıydı. Bunun garip bir burukluğu vardı; ama pek de şikâyetçi olduğu söylenemezdi.
Çoğu ona bakarken hayata sövdükleri için utandı, o da başını çevirdi ve işin ilginç yanı onlar,
bu garip duyguya neden kapıldıklarını hiçbir zaman anlamayacaklardı… Bir ara eleştirdiler,
başını eğdi, bu sefer o kaçırdı bakışlarını ve komik olan ne biliyor musun? Ona
dik dik bakarken de hiçbir şey görememişlerdi. Sonra biri gelip yanına oturdu,
ona sorular sordu, verdiği cevaplar bu gizemli dünyanın giriş anahtarıydı.
Atladıkları bir şey vardı; o hiçbir zaman konuşmayı sevmemişti… Ağzından
dökülen hiçbir kelime onu tanımıyordu. Belki bir sözcük onu bir yerlerden
çıkaracak gibi güçlü haykırıyordu; ama sonra o da boğazının kuruyan acısında
yok olup gidiyordu… Buna rağmen “anladım” diyorlardı, “seni çok iyi anladım.” Yine
bir torba dolusu yanılıyorlardı…
Çünkü “sezgi” ne demek bilmiyorlardı… Gözler, dikkatli bakıldığında kalbi gösterir zırvasına kim inanmıştı ki? Elbette öze inmek imkânsızdı… Ama insan, var olanla temas kurarak, onu hissettiği andan itibaren “ben” olabilen bir varlıktı… Sırf bu yüzden O’na ulaşamaz; ancak gerçekten istese yaklaşabilirdi.
İnsan kod adlı yaratık, daima her şeyi bildiğini, gördüğünü, işittiğini, fark ettiğini sanıyor. Oysa insan, sadece bir parça gördüğünü, çok az işitebildiğini, hiçbir şeyi tam bilmediğini ve asla tam olarak fark edemeyeceğini tecrübe edememe konusunda kabahatin en büyüğünü işliyor…
Maddi niteliğimizin yanında var olan “ruh” ve “ben” o kadar özel ki, yorumlamak yerine gerçekten keşfedilmeyi hak ediyor…
Bunun için bir araç değil mi gözler? Hem anlamak hem de anlatmak için…
O zaman tekrar soruyorum: “Neden gözlerimizi hiç kullanmıyoruz?”
Durun cevap vereyim; çünkü görüş alanımız ne kadar darsa o
kadar mutluyuz. Zaten insan mefkuresi,
mutluluğunu tehdit eden her şeye gözlerini kapatır. Buna bir yaradılışın
gözlerinde ki acıyı içselleştirme korkusu da dahil. Bu yüzden bakmaz, asla görmek
istemez…
Platon Şölen adlı eserinde Pausainas’a şöyle söyletir:
“İnsan ne ise ve ne olacaksa, sevgi sayesinde odur ve
sevgiyle olacaktır. Olmaya yazgılı olduğu şeyin yükünü yüklenmekten
yüksünmeyerek. Ve onun ikiz kardeşi olan samimiyetle. Ve hepsine kol kanat
geren hakikatle.”
Hulasası; Göz basit bir organ değil, empati de arkasında duyarlılık kavramına kadar uzanan geniş bir manaya sahiptir. Sadece insan değil, toplum olarak da duyarlı yaklaşımlarda bulunmak, bizim dışımızda var olan ruhların fenemolojik alanına girmekle mümkündür…
Gözlerinizi hiçbir şeye kapatmayın demek ne kadar doğru bilmiyorum, galiba bakmayı değil de görmeyi deneyin demek daha yerinde olur…
Onunla ilk defa karşılaştığımda defterime bunları yazmışım. Bana şöyle demiş:
“Bir an karşımda ayna var sandım. Konuşmamız bittikten sonra tekrar Güzin olduğunu fark ettim. Gözlerime bakarak, benim tarafıma geçtin; ama asla benimle özdeşleşmedin… Ya bana hak vereceksin ve benim hüznümü hissedeceksin ya da sadece dinlediğin için hiç yorum getiremeyeceksin sanmıştım. Yapmadın… Teşekkür ederim”
Son olarak;
Schopenhauer şöyle der:
“…Adamın yürüdüğü yolu görürsünüz, fakat yolda ne gördüğünü
bilmek için onun gözlerine ihtiyaç duyarsınız.”
O gün söyleyemedim. Şimdi söylemek isterim;
O gün söyleyemedim. Şimdi söylemek isterim;
Rica ederim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder