“Önce bir şeyi netleştirelim Güzin. Etrafındaki insanlar,
sana hiç mi hiç benzemiyorlar. Onlar, hayatın gerçeklerine ebleh ebleh bakan,
insandan bozma mutantlar” Nesnenin bir niteliği olduğunu bilmeden, öznel
duyumsamaya doymayan şekil düşkünü canavarlar…”
Neydi şimdi bu?
Şöyle izah edeyim:
Kendi varlığımda cereyan eden saçmalıkları, şuurlu bir
gayeye uygun hale getirmeye çalışıyorum. Tüm bu telkinlerle ruhumu koruma
altına alıyorum. İçimdeki kalabalığın bunu hak ettiğini düşünüyorum.
Hay bin hüzünlü kunduz! İçimdeki habis hüzün külleri yeniden
doğmaktan bıkmadığı gibi bir de üstüne yangın çıkardı. Hayır, aslında durumun
vahameti, benim mütemadiyen üzülecek senaryolar karalamam…
Meselen,
Beşiktaş’ta hafta içi her gün önünden geçtiğim bir lise var.
Lise’nin girişinde kar, çamur demeden çiçeklerini satan bir teyzem... Her akşam
selamlaşırız… Buraya kadar her şey pek hoş. Senaryo bu noktadan sonra karalar
bağlıyor. Haftanın beş günü, evime ulaşana kadar geçen süreyi “Kim bilir
üzerindeki o ince hırkayla ne kadar üşüyordur” iç çekişiyle geçiriyorum. Tanrı’dan
başlıyor, adaletten çıkıyor, yine tek bir akıllı gerekçe ve çözüm bulamadan pijamalarıma
kavuşuyorum.
Nasıl güzel yağmur yağıyor. Zaten haftalarca bu anı
beklemişim, hele bir de gece… Sesi duyar duymaz cama koşuyorum. Bir de ne
göreyim? Koca popolunun birinin canı gecenin bilmem kaçında pizza istemiş diye,
motosikletin üzerinde 14-15 yaşlarında bir çocuk, tepesinde bardaktan
boşalırcasına yağan yağmur, ekmek parası peşinde koşuyor. “Bu çocuk kesin
hastalanacak” düşüncesiyle hem keyfim hem de uykum kaçıyor. Yine başladığım
noktaya geri dönüyorum…
Hafta sonu sabah uyanır uyanmaz, hangi program var demeden National
Geographic’e bodoslama daldığımı beni tanıyan herkes bilir. Bir Pazar, şansıma
ekşını bol bir belgesel… Gözlerimi dört açmışım, arada heyecandan “Allah’ın
işine bak” diyerek anneanne edasıyla koltukta yer değiştiriyorum derken bir fil
sürüsü zorlu bir göçün ortasında… Yavru fil haliyle dayanamıyor, kapaklanıyor.
Anne filin iki şansı var, ya sürüye takılıp yolculuğa devam edecek ya da yavrusunun
başında durup son ana kadar o büyük ayaklarından ne geliyorsa yapacak. Tabi ki
de bir anne gibi davranıyor ve yavrusunun başında duruyor. Sonra ne mi oluyor?
Hoş geldin hüzünlü Pazar!
Bir sabah gayet gazlanmışım. O biçim başarı hikayeleri okuyup şevke geliyorum. Yapabiliriz, başarabiliriz, kendimiz gibi kalarak kaybolmuş insanlarla baş edebiliriz derken, iş yerine ulaşıyorum. Koca koca insanların ofise bir yardımcı alamayıp (ya da bulamayıp mı demeliyim bilemedim) hevesli bir editör adayını boş işler peşinde koşturduklarını görüyorum. İşte o günümde, Türkiye'de nice hevesli ve yetenekli gençlerin telef olduğundan girip, lanet olsun sistemden çıkan klasik söylemlerle son buluyor. Görev tanımı dışında her işi yaptırıp da beleşe çalıştırdıkları insanların, para kazanmak (yaşamak) uğruna katlandıkları hayatı görünce, depresyona giriyorum, unutulsam da unutamıyorum...
Aslına bakarsanız bunun gibi çok hikâyem var. Ancak dün gittiğim
iş görüşmesinde “Artık uzun yazıları kimse okumuyor” diyerek haklı lakin çokbilmiş
takılan adam yüzünden hevesim kaçtı yazmıyorum!
Bir de insanlar beni tanıyınca çok seviyorlar, uzaktan
bakınca korkuyorlarmış. Bugün de buna hüzünlendim…
Bir ara beynimde tümör olduğunu düşünüyordum. Hatta diz
kapaklarımda yaşayan bir canlının varlığından şüphelenip falcıya bile
gitmiştim. Her şey temiz çıkınca ona da üzülmüştüm… Hayır, aslında benim varoluşum hatalı... En çok buna üzülüyorum.
Şahsen fikrim, hepimiz sırt çantalarımızı hazırlayalım
ve uzun yaylaları aşarak Baranduinu’ye ulaşalım. Burayı geçtik mi Shire kentindeyiz.
Ondan sonrası Hobbitlerin neşe kaynağı olduğundan zerre şüphe duymadığım, lakin
içeriği hakkında en ufak fikrim olmayan pipo dolusu otlar ve kimsenin
karışmadığı bir yaşam.
Ana fikir mi?
Bence içinizden birinin bu konuda bana yardım etmesi
gerekiyor. Zira durumum içler acısı…
Ya da bana bir “glamdring” bulun. Gerisini ben kendim
hallederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder