Sayfalar

8 Ocak 2014 Çarşamba

Hazırlanın, Gidiyoruz!


“Önce bir şeyi netleştirelim Güzin. Etrafındaki insanlar, sana hiç mi hiç benzemiyorlar. Onlar, hayatın gerçeklerine ebleh ebleh bakan, insandan bozma mutantlar” Nesnenin bir niteliği olduğunu bilmeden, öznel duyumsamaya doymayan şekil düşkünü canavarlar…”

Neydi şimdi bu?

Şöyle izah edeyim:

Kendi varlığımda cereyan eden saçmalıkları, şuurlu bir gayeye uygun hale getirmeye çalışıyorum. Tüm bu telkinlerle ruhumu koruma altına alıyorum. İçimdeki kalabalığın bunu hak ettiğini düşünüyorum.

Hay bin hüzünlü kunduz! İçimdeki habis hüzün külleri yeniden doğmaktan bıkmadığı gibi bir de üstüne yangın çıkardı. Hayır, aslında durumun vahameti, benim mütemadiyen üzülecek senaryolar karalamam…

Meselen,

Beşiktaş’ta hafta içi her gün önünden geçtiğim bir lise var. Lise’nin girişinde kar, çamur demeden çiçeklerini satan bir teyzem... Her akşam selamlaşırız… Buraya kadar her şey pek hoş. Senaryo bu noktadan sonra karalar bağlıyor. Haftanın beş günü, evime ulaşana kadar geçen süreyi “Kim bilir üzerindeki o ince hırkayla ne kadar üşüyordur” iç çekişiyle geçiriyorum. Tanrı’dan başlıyor, adaletten çıkıyor, yine tek bir akıllı gerekçe ve çözüm bulamadan pijamalarıma kavuşuyorum.

Nasıl güzel yağmur yağıyor. Zaten haftalarca bu anı beklemişim, hele bir de gece… Sesi duyar duymaz cama koşuyorum. Bir de ne göreyim? Koca popolunun birinin canı gecenin bilmem kaçında pizza istemiş diye, motosikletin üzerinde 14-15 yaşlarında bir çocuk, tepesinde bardaktan boşalırcasına yağan yağmur, ekmek parası peşinde koşuyor. “Bu çocuk kesin hastalanacak” düşüncesiyle hem keyfim hem de uykum kaçıyor. Yine başladığım noktaya geri dönüyorum…

Hafta sonu sabah uyanır uyanmaz, hangi program var demeden National Geographic’e bodoslama daldığımı beni tanıyan herkes bilir. Bir Pazar, şansıma ekşını bol bir belgesel… Gözlerimi dört açmışım, arada heyecandan “Allah’ın işine bak” diyerek anneanne edasıyla koltukta yer değiştiriyorum derken bir fil sürüsü zorlu bir göçün ortasında… Yavru fil haliyle dayanamıyor, kapaklanıyor. Anne filin iki şansı var, ya sürüye takılıp yolculuğa devam edecek ya da yavrusunun başında durup son ana kadar o büyük ayaklarından ne geliyorsa yapacak. Tabi ki de bir anne gibi davranıyor ve yavrusunun başında duruyor. Sonra ne mi oluyor? Hoş geldin hüzünlü Pazar!

Bir sabah gayet gazlanmışım. O biçim başarı hikayeleri okuyup şevke geliyorum. Yapabiliriz, başarabiliriz, kendimiz gibi kalarak kaybolmuş insanlarla baş edebiliriz derken, iş yerine ulaşıyorum. Koca koca insanların ofise bir yardımcı alamayıp (ya da bulamayıp mı demeliyim bilemedim) hevesli bir editör adayını boş işler peşinde koşturduklarını görüyorum. İşte o günümde, Türkiye'de nice hevesli ve yetenekli gençlerin telef olduğundan girip, lanet olsun sistemden çıkan klasik söylemlerle son buluyor. Görev tanımı dışında her işi yaptırıp da beleşe çalıştırdıkları insanların, para kazanmak (yaşamak) uğruna katlandıkları hayatı görünce, depresyona giriyorum, unutulsam da unutamıyorum... 

Aslına bakarsanız bunun gibi çok hikâyem var. Ancak dün gittiğim iş görüşmesinde “Artık uzun yazıları kimse okumuyor” diyerek haklı lakin çokbilmiş takılan adam yüzünden hevesim kaçtı yazmıyorum!

Bir de insanlar beni tanıyınca çok seviyorlar, uzaktan bakınca korkuyorlarmış. Bugün de buna hüzünlendim…

Bir ara beynimde tümör olduğunu düşünüyordum. Hatta diz kapaklarımda yaşayan bir canlının varlığından şüphelenip falcıya bile gitmiştim. Her şey temiz çıkınca ona da üzülmüştüm… Hayır, aslında benim varoluşum hatalı... En çok buna üzülüyorum.

Şahsen fikrim, hepimiz sırt çantalarımızı hazırlayalım ve uzun yaylaları aşarak Baranduinu’ye ulaşalım. Burayı geçtik mi Shire kentindeyiz. Ondan sonrası Hobbitlerin neşe kaynağı olduğundan zerre şüphe duymadığım, lakin içeriği hakkında en ufak fikrim olmayan pipo dolusu otlar ve kimsenin karışmadığı bir yaşam.

Ana fikir mi?
Bence içinizden birinin bu konuda bana yardım etmesi gerekiyor. Zira durumum içler acısı…

Ya da bana bir “glamdring” bulun. Gerisini ben kendim hallederim. 

Hiç yorum yok: