Sayfalar

23 Eylül 2010 Perşembe

Mavi İstanbul


Kolsuz pencerenin tam önüne oturdu… Hava bu kadar sakin sema bu kadar bulutsuz iken yağmur müjdeleyen arsız bir karaltının nerden çıktığını kestiremedi… Bir martının çığlığı yaprak kıpırdatmayan ılık rüzgâr gibi doldu odanın içine… İlelebet süreceğini sandığı derin sessizliği kabzasından fırlamış hançer gibi boydan boya yırtıp attı iki kesik öksürük… Hava iyice kararıp da dışarının gölgeleri odayı kapladığında isteksizce kalktı yerinden; ışığa uzandı, içindeki karanlığı da tek bir hareketle yok edebilmeyi diledi o an, gözleri doldu… Arkasına döndü İstanbul’u kirli bir pencereden süzdü… Kaçıp gitmek gelse de içinden korktu… Gitmekten, gidip de varamamaktan değil, varıp da dönüş yollarını kaybetmekten geride bıraktıklarını yerinde görememekten de değil, gittiği yerde kendini bulmaktan, bulduğundan korkmaktan korktu, savurdu cesaretten bir haber düşüncelerini… Kafasını kaldırdı, yüreğini delip geçti kırık aynada gördüğü bir çift göz… Bir müddet seyretti yüzünün şeklini… Seyretmeyi, seyrederken en derinini görebilmeyi işte o an öğrendi… İnsanları uzaktan seyrederken onlara her zamankinden daha yakın olabileceğini düşündü, bakışlarını tekrar pencereye, dikkatini İstanbul’a İstanbul’un içinde bir parça kendini taşıyan insanlarına yöneltti… Hüzünlerini eskitti bir kenarda mutlulukları koşuşturdu küçük odada, tebessüm hissetti dudaklarında, ukala bir gülüş… Çaresizce bakındı etrafına, ne birbirleri ile yarışırcasına geçen arabalar ne de gecesi gibi soğuk insanlar dindiremedi sızısını… Üşüdü, mavi İstanbul gibi, sonsuzluk gibi masmavi hırkayı aldı çay lekesi ile kirlenmiş koltuktan… Bir kenara fırlatıp attığı düşüncelerini yeniden hatırlamak, kaybettiği hafızasını yeniden canlandırmak gibiydi annesinin ördüğü bu mavi hırkayı giymek… Uzak bir noktaya takıldı gözü daldı, saatlerce takılı kaldı gözleri aynı yerde... Oyun oynadığı bahçeleri hatırladı, oraya davet etti yalnızlığını… Çocukken dünya kocaman bir oyun bahçesiydi onun için, oysa sadece hayal kurabildiği ölçüde ona aitti artık bu bahçe… Hayallerini bulutların arkasına gizledi, özlemle bir gökkuşağı bekledi rengârenk… Telefonu çaldı, arayan annesi olmasa açmayacaktı; biliyordu ki annesi de onun kadar yalnız onun kadar özlem doluydu… Telefonu açtı annesi konuştu o dinledi sonra sustular, sessizlik dakikalarca sürdü ve ardından hoşça kal… Konuşamamıştı, ruhu kapalı kapılar ardında kitli, bedeni ise kendinden çok uzaklarda idi… Kırgın değildi ruhunu bedeninden ayırana ama yine de öfkesine hâkim olamadı… Kendine yabancı bedenini zar zor ayakta tuttu... Sisli pencereler arkasındaki samimiyetsiz tavırlardı ruhunu kaçıran, insancıl gelmeyen soğuk yüzlerdi gülüşünü solduran… Sıkıldı bir kitap aldı başucundan, aradıklarını içinde bulamayacağını bilerek okudu, biraz rahatladı… Derin nefes aldı yeniden uzaklara daldı… Güneş batarken soğuk hislerini koyu kızıl ateşe verdi doldurdu yüreğinin demliğini, hüzünlerinin kaçış öyküsü bitmeden hayatının en can alıcı yerinde ruhunun bedenine dönmesini diledi… Olması gereken yer henüz adını bilmediği bir yerdi… Suni sancılarından sıyrılıp en gerçek haliyle sabrına direndi… O günü hep bekledi ve bekleyecekti…


                                                                                    GÜZİN GÜZEY

Hiç yorum yok: