Sayfalar

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Görüş Alanı



“Neden gözlerimizi hiç kullanmıyoruz?”  Gözün sezgileri de nitelediğini hiç bilmediğimiz için mi? Ya da maddenin ötesine geçmekten çok mu korkuyoruz?
Kapının arkasında nasıl bir dünya var, bilmediği için yıllarca kapının kolunu seyretmiş çoğunluğa sesleniyorum…  Biri gelir de o kapıyı benim yerime açar diyerek yaşamı boyunca sadece maddeye odaklanan, otomatik beyinlere…

Bu soruyu kendime, bir yığın kırışıklığın arasında ışıksız kalmış gözlerini gördüğüm zaman sordum… Onca izin anlatamadığı yorgunluğu, hüznü, bakışlarında gördüğüm zaman ki hislerim seslendi kalbime…  Başını salladı… Hiçbir zaman anlaşılmak istememişti ki… Bugüne kadar ona bakanların gördükleri tek şey ne görmek istedikleriydi. Zaten öyle de olmalıydı. Bunun garip bir burukluğu vardı; ama pek de şikâyetçi olduğu söylenemezdi.
Çoğu ona bakarken hayata sövdükleri için utandı,  o da başını çevirdi ve işin ilginç yanı onlar, bu garip duyguya neden kapıldıklarını hiçbir zaman anlamayacaklardı… Bir ara eleştirdiler, başını eğdi, bu sefer o kaçırdı bakışlarını ve komik olan ne biliyor musun? Ona dik dik bakarken de hiçbir şey görememişlerdi. Sonra biri gelip yanına oturdu, ona sorular sordu, verdiği cevaplar bu gizemli dünyanın giriş anahtarıydı. Atladıkları bir şey vardı; o hiçbir zaman konuşmayı sevmemişti… Ağzından dökülen hiçbir kelime onu tanımıyordu. Belki bir sözcük onu bir yerlerden çıkaracak gibi güçlü haykırıyordu; ama sonra o da boğazının kuruyan acısında yok olup gidiyordu… Buna rağmen “anladım” diyorlardı, “seni çok iyi anladım.” Yine bir torba dolusu yanılıyorlardı…

Çünkü “sezgi” ne demek bilmiyorlardı… Gözler, dikkatli bakıldığında kalbi gösterir zırvasına kim inanmıştı ki? Elbette öze inmek imkânsızdı… Ama insan, var olanla temas kurarak, onu hissettiği andan itibaren “ben” olabilen bir varlıktı… Sırf bu yüzden O’na ulaşamaz; ancak gerçekten istese yaklaşabilirdi.

İnsan kod adlı yaratık, daima her şeyi bildiğini, gördüğünü, işittiğini, fark ettiğini sanıyor. Oysa insan, sadece bir parça gördüğünü, çok az işitebildiğini, hiçbir şeyi tam bilmediğini ve asla tam olarak fark edemeyeceğini tecrübe edememe konusunda kabahatin en büyüğünü işliyor…

Maddi niteliğimizin yanında var olan “ruh” ve “ben” o kadar özel ki, yorumlamak yerine gerçekten keşfedilmeyi hak ediyor…

Bunun için bir araç değil mi gözler? Hem anlamak hem de anlatmak için…

O zaman tekrar soruyorum: “Neden gözlerimizi hiç kullanmıyoruz?” 
Durun cevap vereyim; çünkü görüş alanımız ne kadar darsa o kadar mutluyuz.  Zaten insan mefkuresi, mutluluğunu tehdit eden her şeye gözlerini kapatır. Buna bir yaradılışın gözlerinde ki acıyı içselleştirme korkusu da dahil. Bu yüzden bakmaz, asla görmek istemez…

Platon Şölen adlı eserinde Pausainas’a şöyle söyletir:
“İnsan ne ise ve ne olacaksa, sevgi sayesinde odur ve sevgiyle olacaktır. Olmaya yazgılı olduğu şeyin yükünü yüklenmekten yüksünmeyerek. Ve onun ikiz kardeşi olan samimiyetle. Ve hepsine kol kanat geren hakikatle.”

Hulasası; Göz basit bir organ değil, empati de arkasında duyarlılık kavramına kadar uzanan geniş bir manaya sahiptir. Sadece insan değil, toplum olarak da duyarlı yaklaşımlarda bulunmak, bizim dışımızda var olan ruhların fenemolojik alanına girmekle mümkündür…

Gözlerinizi hiçbir şeye kapatmayın demek ne kadar doğru bilmiyorum, galiba bakmayı değil de görmeyi deneyin demek daha yerinde olur…

Onunla ilk defa karşılaştığımda defterime bunları yazmışım. Bana şöyle demiş:

 “Bir an karşımda ayna var sandım. Konuşmamız bittikten sonra tekrar Güzin olduğunu fark ettim. Gözlerime bakarak, benim tarafıma geçtin; ama asla benimle özdeşleşmedin… Ya bana hak vereceksin ve benim hüznümü hissedeceksin ya da sadece dinlediğin için hiç yorum getiremeyeceksin sanmıştım. Yapmadın…  Teşekkür ederim”

Son olarak;

Schopenhauer şöyle der:
“…Adamın yürüdüğü yolu görürsünüz, fakat yolda ne gördüğünü bilmek için onun gözlerine ihtiyaç duyarsınız.”

O gün söyleyemedim. Şimdi söylemek isterim;

Rica ederim… 

11 Temmuz 2014 Cuma

Zaman zaman



Zaman kavramından pek anlamam… Yine de “şimdi”yi zaman içinde yakalamanın ne kadar zor olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Çünkü “şimdi” ye yüklenen anlam;  bazen geleceğe duyulan kaygı, bazen de zihnimizin geçmişten uyandırdığı anıları kapsayan tuzaklarla dolu bir kavram gibi geliyor ve “şimdi” şu “an”da bir saniye duraksamadan, büyük bir hızla yanımızdan geçip gidiyor…  Buna mukabil, 24 kod adlı sıkıştırılmış saat diliminin belirsizliklerle dolu evreninde; plan yapıyor, anı yaşayamadığımız için hayıflanıyor, teee geçmişten getirdiklerimizle gelecek inşa etmeye çabalıyor oluşumuza şaşırıyorum. Hatta bazen bu kavram karmaşasını, “zaman her şeyin ilacıdır” ya da “zamana bırakalım” gibi cümlelere şuursuzca beslediğimizi düşünüyorum.  Fizik bile zaman hakkında aklına takılan tüm soruları algılayamamışken, biz insanoğlu nasıl bu kadar her şeyden emin yaşayabiliyoruz?

Mesela, bu kavramın şu an farkına varışımızı bir başlangıç kabul edersek, öncesini nasıl tanımlıyoruz? Ya da ironiye bakın ki cümle kurarken bile “şu an” dediğimiz başlangıcın hakikaten “ne zaman” olduğunu nasıl hesaplıyoruz?

Buraya kadar kafa karıştırdığımın farkındayım… Özetle “anı yaşama” kavramının soyutluğundan ve aslında “şimdi”nin sürekli kaybolan bir varlık olduğundan dem vuruyorum. Acaba yaşadığımız ana, içinde daha önce hiç bulunmadığımız bir gezegenin, çok kör bir noktasından bakıyor olabilir miyiz?

Açıklamama izin verin…
Bezen kendimi zamanın içinde kaybolmuş gibi hissediyorum… Sanki sürekli ileriye giden bir yolun tam ortasında, geriye dönmem gerektiğini hatırlıyorum… İşin en ilginç yanı da, geri dönemediğim gibi olduğum yerde kalıp, bir iki saniye düşünemiyorum… Yani eksik bir şeyler olduğunu bildiğim halde, yeniden başlamam ya da yanıma geçmişte bıraktığım bir “an”ı almam gerektiğini çok iyi bildiğim halde yürümeye devam ediyorum…  Hakkında hiçbir fikre sahip olmadığım “zaman”a karşı gelemediğim gibi o “an”ı diğer tanımıyla “şimdi”yi bir türlü yakalayamıyorum…

Neden sadece dönüp öteki tarafa doğru yürüyemiyor ya da sadece olduğum yerde kalamıyorum?

Bilmiyorum… Zaman yerine değişim kavramını kullanmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum… Yürüyorum ve bir şeyler kiminin algısına göre çok hızlı, kiminin algısına göre de çok yavaş biçim değiştiriyor… Manzaram değişiyor, karşılaştığım insanlar değişiyor, ben değişiyorum…
Kant, zamanın bilincin zorunlu bir deneyimi olduğunu, bu kategoriyi dünyanın üzerine bizim yerleştirdiğimizi söylüyor ve sanırım ona katılıyorum.  Zamanın varlığına inanmıyorum… Bir olguyu ona teslim edip beklemek ya da yarama ilaç getirmesi için ondan yardım dilenmek istemiyorum… Ben değişime inanıyorum, 24 kod adlı saat dilimini, iç deneyimlerime bölüyorum.  Geçmişin ya da geleceğin duyularımı dövemediği bir gezegenden, zamanın olmadığı yerden, paralel evrenimden tüm bunları görüyorum…

Belki de zaman haksızlık ediyorum… Geçmişim olacak bir geleceği sahiplenme sorumluluğundan kaçarak, “şimdi”yi inkar mı ediyorum?
Hülasası, zaman üzerine biraz daha düşünmek için “şimdi” demlediğim kahveyi içerken, geri dönemiyorsam ve durmaya da cesaret edemiyorsam, değişmenin vakti geldi diyorum…


Ya da sadece en az Kant kadar anlaşılmaz ve yalnız olduğum için yine saçmalıyorum…