Sayfalar

19 Eylül 2013 Perşembe

Halksız şehirler değil kriz, şehirsiz halklar
çok halklar, çok şehirsizler, çok moral bozucu
son günlerde çok kelimesini çok kullanıyorum

her yıl yeni modelleri çıkıyor melankolinin
içimden bir ses gelmiyor, hayır bazen geliyor
içimden bir ses, sesin dışarıdan geldiğini söylüyor
-iki saray odası alana bir saray odası bedava
o montu almam iyi oldu, çok iyi oldu, çok evet
kırışıklıkların geçer, beni seviyorsundur, ama böyle çok ölürüz

nihanka kızılderili bir kızın adı değil, çok değil
radikaller duygusal açıdan sağcı oluyorlar nerden aklıma geldiyse
aşk, sivilcce, direniş, kitaplar ve çay ocağı işletmesi:
-yanlış
hormonlar, atkılar, kitap kokusu parfümü ve sütlü neskafe:
-doğru
böyle muhalif şeyler yazıyorum ve bana ödeme yapıyorlar

çok değerli insanlar binalara doluyorlar, çok değerli
her şeyden kolay etkileniyorum, belgeseller çok acıklı
çarpıcı bir şey yazmak istiyorum, aklıma bir şey gelmiyor
ne zaman aklıma bir şey gelmese, içimden bir ses:
start tabancasıyla intihar eden adamı düşün

son günlerde çok kelimesini çok kullanıyorum
ışıklar açılmıştı, mikrofonlar, herkes çok şık
kahramanca evlerinden çıkıyorlar, vampirlerden korkmadan
kırmızı kravatlar takarak ve birbirlerine katılarak
çok değerliler, çok konuşuyorlar, az ölüyorlar
iki ayak, kırk ayakkabı; az ayak, çok ayakkabı
tek madonna kırık kürk, çok manto tek yalnızlık

çok saray, hiç prenses, prensessiz kadınlar ve kuralları
zayıf kadın sahneye çıkmadan opera bitmez
-şişman kadın işten kovuldu-
son günlerde çok kelimesini çok kullanıyorum
hadi ben kalktım, saçınız güzel olmuş, çok evet

kendi yeniden başlatmamı başlattım, bir şeye benzemedi
çok cehennem, üç saray, yedikule ve can yayınları berbat ciltler
bir hemşirenin adının cecile olması çok acıklı,
başka bir arzunuz var mı dememeli garsonlar
böyle şeylerden çok etkileniyorum, belgeseller çok acıklı
hizmet sektörü, çok hizmetçi, az patron, çok zamirsiz
zamirsizlik kimsesizliktir, şahıslar çok zamir az
katil her zaman uşak, yazarlar çok kötü kalpli

mutfak kapısını açık unutmuşum, kumrular içeri girmiş
ıslak ekmek koymayı unutunca balkona.
Osman KONUK

12 Eylül 2013 Perşembe

BEN GİDİYORUM!




Çocukken de böyleydim ben. Lafı dolandırmayı hiç sevmiyorum. Ancak son zamanlardaki halime hafif tertip içerliyorum. Artık laf bulamadığımın telaşından mıdır bilinmez, suskunluğum bir kırılsa dolambaçlı yollara da razı olacakmışım gibi hissediyorum. Lakin yok, konuşamıyorum… Derken, suskunluğun da ifadenin bir parçası olduğunu hatırlıyorum. Ama buna da içerliyorum… Kendimizi uzun uzadıya cümleler kurmaya zorladığımız o gürültülü anlarda nasıl anlatamıyorsak, bir bakışta bir gülüşte, sessizlikte hadi onu da geçtim iki kelimelik bir küfürde bile anlatamadığımız gerçeğini kabullenip karalar bağlıyorum. Hayır, anlatamıyor muyuz yoksa anlaşılamıyor muyuz? Aslında hiç merak etmiyorum. Lanet insan biyolojisi sağ olsun yaş geçtikçe daha net olmaya başlıyor insan. O eski suskunlukların, nazik karşılamaların defalarca işe yaramaz olduğunu tecrübe ettiğin anda tam bir gerçekçi olup çıkıveriyorsun. İşte o vakit insanların asabiyetinden korktuğu, bir şey söylemeye çekindiği, halk dilinde hayırsız ya da vefasız gibi sıfatlarla betimlenen bir insan haline geliveriyorsun. Çünkü kendin olmaya başladın mı ya haykırıyorsun ya da susuyorsun… Hulasası pek sevmiyor, sevilmiyorsun… Yine de ben bu halimi seviyorum. Bu yegane sessizliği yakaladığım anlarda rahat rahat düşünebiliyorum. Schopenhauer diyor ki: “İnsanın durumu mutluluğu açısından değerlendirmek istenirse, onu eğlendiren şeyleri değil, kederlendiren şeyleri sormak gerekir.” İşte bu sebepten yazının dördüncü satırında bahsettiğim gibi hayatımın büyük bir kısmında “içerliyor” on dördüncü satırında dile getirdiğim üzere de sıkça “düşünüyorum.” Galiba önemsiz şeylere karşı bu kadar duyarlı olmak için aradığım huzurlu ortamı bu suskunlukta fark ediyorum.

Eee okurun bu nokta da “Peki bari şimdi mutlu ve huzurlu musun?” diye sorası gelmez mi? Gelir…  Anwari Soheili’nin minnoş bir dizesiyle cevap vermek istiyorum:

Bir dünya malı mı yitirdin,
Üzülme buna, bu bir hiç.
Bir dünya malı mı kazandın,
Sevinme buna, bu bir hiç.
Geçer acıların, hazların,
Geç sen de dünyadan, bu bir hiç.

Kafanız karıştı değil mi? Ziyanı yok, benimkisi de pek kalabalık. Zaten bizde tam olarak bundan bahsetmiyor muyduk? Uzun uzadıya cümleler kurarak pek afili yazılar yazsam da, tıpkı sosyal hayatımda uyguladığım gibi mütemadiyen sussam da beni anlamak istediğiniz kadar anlayacaksınız. Öyle çok anlaşılmayı, çok mutlu olmayı falan talep edip, kendinizi yıpratmayın. Zira ben Platon’un yalancısıyım. “Hiçbir insanlık hali, üzerinde çok fazla kafa yormaya değmez.”

Ben gidiyorum… İyi geceler, sevgili okur.