Sayfalar

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Hiçbir Şey




Herkesin hiçbir şey olduğu bu zamana nasıl vardık diye düşünüyorum.  Patron olamayan patronlar, dost kelimesinin içini dolduramayan arkadaşlar, okur olmayan yazarlar hatta en vahimi de insan olmayı beceremeden belli bir yaşa gelebilmiş insanlar… Siz hiç düşündünüz mü bilemiyorum? Bu yazıyı yazarken ya çok içtiğimi ya da çöl sıcaklarının beynimi yaktığını düşüneceksiniz. Ama merak ediyorum.  Her şey başka türlü olabilirdi. Dünya daha az çirkin bir yer olabilirdi diye yakınmadan duramıyorum.  Asıl anlamlandıramadığım ise bu algılayışın pesimist mi yoksa optimist mi olduğu? Elbette bir fikrim var.  Ben tüm bunların anlaşamıyor olmamızdan kaynaklandığını düşünüyorum.  Sadece insanlarla değil, yaşadığımız evrenle belki de kendimizle olan diyaloglarımızın homojen ortamda yansımıyor, kırılmıyor olması içler acısı! Son beş aydır içinde bulunduğum her ortamda, tanıştığım her insanda bu karanlığın virüs gibi yayıldığını görmekse var oluşumu daha da kirletiyor. Başkalaşıyorum…  Neyse konu bu değildi. Spot ışıklarını bir iki saniye kendime doğrultmasam olmaz. Konu şu: “Sorunlar, çözüm iradesi olmadan başkalarının dayatmasıyla çözülür mü?”  Soruyorum çünkü evveliyatında izlediğim bir videoda Ernseto Sirolli şöyle diyor: “İnsanlarla anlaşmanın iki yolu var. Onlara ya dayatmacı yaklaşırsınız ya da babacan” Sonra insanlarla olan ilişkilerime bakıyorum. Çoğunlukla dayatmacı olduğumuzu gözlemliyorum. 

Soğuk denebilecek bir gün. Belli belirsiz bir yaz açılımı. Bizim Abbasağa parkında yürüyorum. Şurada burada, günü ve çevresini yadırgayan, bulunduğu ortamın yabancısı birkaç insan… Yoruluyorum. Bir banka oturuyorum. Yol üstünde ayakta durarak tartışır bir ses tonuyla konuşan iki insan geliyor önüme. İnatla bir fikri savunuyor sakallı olan. Kısa boylu olan diğeri onu dinlemiyor bile. Oysa dinlese ortak bir fikirleri var. Ama anlaşamıyorlar. Çünkü birbirlerini hiç dinlemiyorlar. İkisi de benimsedikleri fikirleri karşı tarafa dayatma yolunu seçmiş, çırpınıyorlar…

Yaklaşık bir hafta önce. Birbirini tanımayan insanları ortak bir işi yapmak üzere bir araya getiren bir kurumun içerisindeyim.  Doğal bir uğultu ve ses var, giderek büyüyor. Tanışanlar, selamlaşanlar, sessizler, uzak duranlar derken kurumun hatırı sayılır mevkide bir çalışanı geliyor ve diğer çalışana bir soru soruyor. Kızcağız anlatıyor biraz heyecanlı. “Ben sana onu sormadım” diyor bizim mevki sahibi. Alıyor bir anlaşamazlık büyüyor da büyüyor. Çünkü kişisel gelişim kitaplarını tavaf etmiş bizim mevki sahibi çalışanını dinlemiyor. Duymak istediklerini duymak istiyor.

Başta bir soru sormuştum. “Sorunlar, çözüm iradesi olmadan başkalarının dayatmasıyla çözülür mü?” Bu soruya kendi verdiğim cevabı paylaşmak istiyorum. Çözüm iradesi olarak adlandırılan sonuca ulaşma gayretinin alt yapısı önce kendimizi sonra insanları çok iyi dinlemekten geçiyor.  Hikâyelerden ilkinde ortak noktada el sıkışamayan iki gencin önce neyi tartıştıklarını duymaları gerekiyor. Mevki sahibinin sorunu, o sorunun tam ortasında oturan çalışanlardan dinleyerek çözüm üretmesi gerekiyor.  Ve daha pek çok anlaşmazlık çenemizi kapatıp, karşı tarafın söylediklerine saygı duymadığımız için oluşuyor.  Birine bir fikir verirken bile gerçekten ne yapmak istediğini dinlemeden, genel geçer yöntemler üzerinden gidiyor olmamız da bu yüzden. Mesuliyet almak istemiyoruz.  Yaratıcı işler çıkarmak istediğimiz ortamlarda geleneksel olanı takla attırıp yeni bir şey üretiyor olduğumuzu sanmamız da bu yüzden. Dinlemiyor ve korkuyoruz.  Sürekli dayatıyoruz. Sonuç mu?  Hep başarısız oluyoruz.

Size bir şey söyleyeyim mi? Kıl payı kaçırdığınız güzelliklerden koca bir gezegen kurulur; fakat dinleyip yakalayamıyorsunuz. Sonra neden mendebur olduğumu ve hiç konuşmadığımı soruyorsunuz. Hiç kimse kimseden üstün veya farklı değil. Sabahattin Ali’nin enfes yazılmış romanı Kürk Mantolu Madonna’da şöyle der:  "..dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir! Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlûku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?” ve ben hala düşünüyorum… Hakikaten herkesin hiçbir şey olduğu bu zamana nasıl vardık?

                                                                                         Güzin GÜZEY

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Paralel Evren




Son günlerde sadece kafam değil hayatımda biraz karışık. Haruki’nin romanlarından birinde başrolmüş edasındayım. Herkes normal seyrinde hayatına devam ederken, ben paralel evrende bambaşka bir hayat yaşıyorum.  Bulunduğum dünyaya adapte olmakta zorlandığım için mi bilmem, hemen yanı başımda duran kapıdan kestirme kendi evrenime dalıyorum. Hikâyenin sonu malum. Tahmin etmekte sıkıntı çekmeyeceğiniz üzere bir çıkış yolu bulamıyorum. Önce biraz uzaklaşmak düşüncesiyle kapıyı aralıyorum. Merak bu ya, Güzin durur mu? Biraz derinlere yürümeliyim diyorum. İlerliyorum… Ve evet, kayboluyorum.  Sanırım müzmin bir budala olarak öleceğim. Hayır, gerçekten saçmaladığıma beni ikna etmeye çalışmayın. Görünen köye kılavuz lüzumsuz öyle değil mi?

Aslında bu yazıyı belki aynı evreni paylaştığım; ama henüz karşılaşmadığım birileri vardır diye yazıyorum. Size de oluyor mu bilmiyorum? Durum tam olarak şu; bu kapıdan gece içeri giriyorum. Gün aydığında binayı terk ediyorum. Gece ve gündüzün her gün tekrarlanması binanın şeffaflığını etkilemiyor. Zaten gece ve gündüz, paralel evrende zamanın evrenselliğini nitelemiyor. Evrenin belli bir yerinde belli bir çekimin yarattığı harekete katılıyorum sadece. Güneş ve Dünyamız arasındaki dans, paralel evrende 24 saat değil haliyle. Yani öyle algıladığınız bir gece ile gündüz kavramı yok.  Venüs’te bir gün, 243 Dünya günüdür mesela, öyle. Paralel evrende akrep ile yelkovanı kimse tanımıyor. Tik tak diye bir yansıma ses yok. Kedilerin konuşabildiği, tavşanların uçabildiği bir dünyadan bahsediyorum. Evet, kesinlikle daha mutlu bir yer. Bulutların üzerinden benliğinizi kuşbakışı seyredebiliyor, yağmurda sadece bedeninizi değil ruhunuzu da güzelce temizleyebiliyorsunuz. Garip, öyle değil mi? Çepersiz uzayda, sonsuz şeffaflıkta, devasa gölge oyunları…

Farkında değilsiniz belki; ama herkesin bir paralel evreni var. Ursula K. Le Guin’in kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlattığı Mülksüzler romanı gibi… Haruki’nin birbirini gökyüzünde çift ayın bulunduğu bir dünyada arayan iki aşığı anlattığı 1Q84 romanı, hatta en yakınımızdan Serdar Özkan’ın Kayıp Gül romanı ve daha birçoğu… Pek çok yazar, kitaplarını dünya kod adlı gezegenden çok uzak bir köşede yazmıştır. Keza Miyazaki’nin filmleri de paralel evrenden izler taşır. Hulasası burası pek hoş bir yer. Lakin öyle herkesin pata küte dalabildiği bir gezegen değil. Her şeyden önce yalnızlığı kabul etmek gerekiyor. Zira yalnızlığı ilke edinememiş herkes bu evrende kat kat daha fazla acı çekiyor.  Elbette Ursula, Mülksüzler romanında bunu harika betimliyor. Benlik arayışı içerisindeki karakterimiz, Urras adlı gezegene geliyor ve sevgi arıyor. Ancak kendini kabul ettirmek için öylesine farklı davranıyor ki… İhmal edilmiş, bastırılmış, ama mutlak kendini yansıtan benliği, bu yeni dünyada ona acıdan başka bir şey getirmiyor. Ursula’nın kaleminden kahramanımız bu farklı dünyayı şöyle betimliyor:
  
"Küçük bir çocukken,  geniş yatakhanenin penceresinden Ay’ın doğuşunu Palat’la birlikte görmüştüm. Çocukluğumun tepeleri üzerinden, Toz’un kuru düzlükleri üzerinden görmüştüm. Abbenay’ın çatıları üzerinden, yanımda Takver’le görmüştüm. Ama o, bu Ay değildi”

Umarım daha iyi anladınız. Gerçekler ile insanın yüreğinden geçenleri aynı kefeye koyamıyoruz. Bu dünyada yüzümüze taktığımız maskelerle gerçeği gölgeleyerek yaşayabiliyor; ama paralel evrende yüreğimizden geçenleri inkâr edemiyoruz. Salt benlik! Pür yalnızlık! Hemen yanı başınızda duran o kapı iç dünyanıza açılır. Paralel evren şeffaftır. Bu evrende mutlu olabilmek için dünya saçmalıklarından arınmış olmak şarttır. Burası sonsuza açılan kapıdır. Haruki bunu metafor olarak tanımlar ve şöyle der:
Senin dışında olan bir şey içinde olan bir şeyin yansıması; senin içinde olan bir şey dışında olan bir şeyin yansıması. İşte o yüzden de kendi dışında olan bir gezegene adım atmak yoluyla, kendi içindeki gezegene de adım atmış olursun. Bu da çoğu durumda hayli tehlikelidir.” Yani paralel evrene dalmak biraz da cesaret ister.

Özetle; çöküş ve yıkım üzerine kurgulanmış dünya kod adlı gezegenimize benim gibi tahammül edemeyenler, kestirme bir yol ararken keşfederler paralel evreni. Karanlıkta fenerle yürümeye benzer burada düşünmek. Kaçamazsın olduğun kişiden....

Schopenhauer şöyle der: "Herkesin kendi başına kaldığı yalnızlıkta, insanın kendinde neye sahip olduğu görülür." İşte bu yüzden Seneka söylediklerinde çok haklıdır. "Ahmaklık, kendi kendinden bıkkınlık hatasıdır."




Neyse! Bu uçucu zırvaları boş verelim.

Artık devir Kafkaların, Pessoların ya da ne bileyim şu an beni anlayacağını düşündüğüm tek kişi olan Schopenhauer’un devri değil…  Ne yalnızlığımı ne de mutsuzluğumu ciddiyetsiz tavırların huzuruna kurban olarak sunmak istemiyorum. Zaten uzun uzadıya anlatsam bile kim dinler Allah aşkına? İşin yoksa bir de çevrendekileri şizofren olmadığına ikna et dur. Bizim dünyada yine akşam oldu. En iyisi ben sıraya gireyim, elektronik düşünce kartımı da yanıma aldım, iç sesimi de ekrana okuttum. Bu elimdekiler mi? Birkaç kitap, bir de müzik kutum. 

Döner miyim?
Zannetmiyorum. 
Ben bu dünyada kendimle çok mutluyum.
Zaten asıl soru bu değil?
Ya bir daha paralel evrene geçemezsem?