Çektiğim acılar varlığımın inşasının irili ufaklı parçalarıdır.
Sadece düşünmek var etmez insanı; duygularını, ruhunu ve hatta
zekasının geliştiren asıl öğreticiler acılardır. O halde varım çünkü acı
çekiyorum. Doğduğum günden beri anlatmak istediklerim var ve elbette
asla anlatmayacaklarım ve anlatıyor gibi yapıp asla anlatmadıklarım.
Önce akciğerlere değen oksijenin yakıcılığıyla başladı ilk acılar, sonra
dünyanın anlamsızlığını düşünüp duran beynimin kıvrımlarındaki
patlamaların elektrik çarpmalarıyla.
Doğduğumu
anımsıyorum, ölümü ise düpedüz hatırlıyorum. Bir insan doğduğunda
gözyaşları dökülür sevinçten. Bir insan öldüğünde gözyaşları dökülür,
üzüntüden. Yani hayat boyunca değişmeyen tek şey gözyaşlarıdır ve
yeryüzünde gözyaşları sonsuzdur. Biri ağlamaya başladığında, bir başka
yerde de, bir başkasının gözyaşları diner. Biri doğarken başka birinin
de öldüğü gibi. Geriye kalan sadece gözyaşları ve hiçtir. Ve arada
ağzımızda bir ömür dolandırıp durduğumuz onca laf, kağıtlara döktüğümüz
onca kelime sadece bir tür duygu kalabalığıdır. Tutsaklığımızdan
kurtulmaya çalışmanın beyhude uğraşlarıdır bunlar.
Asla gerçekten bir şey anlatılamaz, ancak bir şeyin hayali
anlatılabilir, kendisi değil. O yüzden anlatmaya değil, anlatmamaya
bakarım. Anlatma derdinden çok anlatmamanın zevkine kurulurum. Ama yine
de hiç susmam, eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey
kalmadığı içindir, her şey söylenmiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.
Samuel Beckett
24 Şubat 2013 Pazar
19 Şubat 2013 Salı
Ali Oğuzhan Atay'dan...
Ali Oğuz'un pek çok şiiri var. Bu şiirlerinin içinde onun için özel anlam ifade edenlerden bir tanesi birazdan okuyacağınız...
Bir şeyler yazarken genelde Boğaziçi'ne karşı yazıyor. İstanbul Ali'nin ilham kaynağı... İstanbul'da yaşayanlar bu şiiri ve Ali'nin kendi çektiği bu fotoğrafı daha iyi anlayacaklardır...
İşte o şiir ve fotoğraf...
Gündüz geceye kayar
Şarap yıllanır, içilir
Sular çekilir,
Yüreğimde boşluklar oluşur oldu…
Dün bugüne,
Gece gündüze,
Ağaç toprağa,
Aşkın ruhuma,
Yokluğun benliğime sarılır oldu…
Sen olanlar bende iz,
İz olanlar aşk,
Aşk olan sen oldu bende,
Ben olanlar yok oldu bedenimde…
Ali Oğuzhan ALTAY
Benimle paylaştığın için teşekkürler, Ali Oğuzhan ATAY =)
Bir şeyler yazarken genelde Boğaziçi'ne karşı yazıyor. İstanbul Ali'nin ilham kaynağı... İstanbul'da yaşayanlar bu şiiri ve Ali'nin kendi çektiği bu fotoğrafı daha iyi anlayacaklardır...
İşte o şiir ve fotoğraf...
Gündüz geceye kayar
Şarap yıllanır, içilir
Sular çekilir,
Yüreğimde boşluklar oluşur oldu…
Dün bugüne,
Gece gündüze,
Ağaç toprağa,
Aşkın ruhuma,
Yokluğun benliğime sarılır oldu…
Sen olanlar bende iz,
İz olanlar aşk,
Aşk olan sen oldu bende,
Ben olanlar yok oldu bedenimde…
Ali Oğuzhan ALTAY
Benimle paylaştığın için teşekkürler, Ali Oğuzhan ATAY =)
17 Şubat 2013 Pazar
SIFIR
Geçenlerde okuduğum bir
yazı üzerinden bazı sorular oluşturdu aklım. Yeterince tatmin edici gelmedi kendime
verdiğim cevaplar... Haliyle yazmak, paylaşmak ve siz sevgili okurunda görüşlerini
almak istedim.
Esasen, felsefeye ilgim
düzenli olarak okuyup, araştırmaya başladığımdan beri var. Felsefe’nin neden
Yunanca konuşulan coğrafyada filizlendiği sorusu ile başlamış bu arayışım aslında
felsefenin nasıl doğduğuna cevap ararken tee buralara kadar geldi…
“Yine spot ışığını
kendime çevirdim, esas konu heder olmak üzere.”
Şöyle, okuduğum bir
Arapça kökenli metin ile çok daha evvelden bildiğim Yunan metni aynı öğreti
üzerinde vurgu yapıyordu. Arap kültürünün eski Yunan felsefesiyle adeta
harmanlandığının en güzel iki örneğiydi bu metinler. Daha sonra bir kültürden
çok bir bilgi olmaya başlayan bu detayların hatta kişilerin, daha doğrusu tüm felsefenin,
potansiyeli güce dayalı, ileri teknoloji
sahibi toplumlarda artık bu şekilde ayakta kalabildiğini düşündüm. Ama yine de
bir detay var ki asla değişmiyor ve net bir cevap bulunamıyordu, o da; Batı’daki yokluk sevgisizliği…
Batı her zaman varlığı
tanıyor; fakat yoklukla alıp veremediği bir şeyler var gibi. Sümerler’in Babil
sayı sistemi olarak bilinen sadece iki rakamın kullanıldığı 60 tabanlı sistem,
Thales’ten Pisagor’a Babil ve Mısır’ı gezen diğer filozoflarında “sıfır”
sistemli sayı problemleri ile ilgilenmemeleri vs. Yunanlı düşünürler neden sıfırla
ilgilenmedi ki dedirtiyor.
Önce Batı’ya baktım.
Varlık kavramını Parmenides’e dayandıran Batı’ya göre “Yokluk, yoktur.
Olanaksızdır ve düşünülemezdir.” Hatta Heidegger’in “eğer bir şey var olmuyorsa
vardır diyemem, onun varlığı var olmamaktır.” yazarken bile Parmenides’in
ardılı olduğunu anlamak hiç de zor değil. Bütün Batı felsefesinin varlığı bu
şekilde irdeliyor olması varlığın kaynağını konu alan felsefeye derinden
siniyor. Evet, hiç şaşırtıcı değil. Fakat bu mücadele içinde Nietzsche’nin bunu
reddetmesi benim asıl dikkatimi çeken oluyor.
Nietzche’yi pür desteklediğim söylenemez. Fakat bana kalırsa Nietzche’nin tam olarak her şeyi reddettiği de söylenemez. Varlık ve yokluğu da öyle… İşte bu yüzden Nietzche bana biraz daha yakın geliyor. Çünkü o kendi oluşturduğu nihilizmin bile aşılabileceğinin en güzel örneği. Bana kalırsa nihilist felsefenin eksik ve yanlış anlaşılıyor olması onu öteliyor. Çünkü onun felsefesi kesinlikle yaşamı olumlayan hatta yaşamın değerinin anlaşılıp, yüceltilmesi gerekliliğini savunan bir felsefe ki yine dağıldım bu başka bir konu.
Nietzche’yi pür desteklediğim söylenemez. Fakat bana kalırsa Nietzche’nin tam olarak her şeyi reddettiği de söylenemez. Varlık ve yokluğu da öyle… İşte bu yüzden Nietzche bana biraz daha yakın geliyor. Çünkü o kendi oluşturduğu nihilizmin bile aşılabileceğinin en güzel örneği. Bana kalırsa nihilist felsefenin eksik ve yanlış anlaşılıyor olması onu öteliyor. Çünkü onun felsefesi kesinlikle yaşamı olumlayan hatta yaşamın değerinin anlaşılıp, yüceltilmesi gerekliliğini savunan bir felsefe ki yine dağıldım bu başka bir konu.
Esas konuya
dönecek olursak sıfır sayısını nicelik olarak kabul eden ve negatif sayıları
bulan nedense Hintliler oluyor. Araplar ve Çinlilerde bu sistemi Hintlilerden
öğreniyor. Araplardan da Avrupalılar… Yine de Batı Rönesans dönemine kadar
sıfıra karşı duyduğu tedirginliği üzerinden atamıyor. Düşünün 2000’lere ilk
girdiğimizde 99 yerine 00 yazamayacağız diye uçaklar düşecek, kıyametler
kopacak, ekonomi iflas edecek vs. Kaos ortamı oluşmuştu. Yokluğu tanımamak,
sıfıra biçilen bu değersizlik neyin kafası?
Yokluğu tanısak
da tanımasak da yokluk var, hepimiz biliyoruz. Bence Batı felsefesi Paradoksu
Doğu’dan öğrendiğini unutmamalı. Batı eskiden olduğu gibi bugünde yokluğu
reddediyor. Bu yüzden bu kadar sancılı… Doğu ise bu paradoksla barış içinde
olduğundan dingin ve özgür… Hint felsefesinden bir söz bunu çok iyi açıklıyor; “Önce
ne varlık vardı ne de yokluk, ne hava vardı ne de ötedeki gökyüzü, neydi onu
saran? Neredeydi? Kimin himayesindeydi?”
Bana kalırsa boş,
boşluk, hiç, yokluk, hiçlik, anlamsızlık gibi kavramlar, görünmeyen biçimi
içindeki evreni simgeler ve evrenin görünüşler dünyasına dönüşmesinden önceki
halinin bir betimlemesi. Gökyüzü, yıldızlar ve uzay sıfırın, sonsuzluğun,
görünmeyenin bir uzantısı.
Yine de kafam hala
karışık. Hiçbir zaman hiçbir görüş hakkında net olduğumu söyleyemem. Her ifadeyi yorumlamak o kadar göreceli ki, şu “acabalar” bende hiç bitmiyor…
Peki, siz ne düşünüyorsunuz?
2 Şubat 2013 Cumartesi
SEN
"Aşk" uzaktan görünen, yaklaşıldığında kaybolan
bir serap değil ki; hiçbir yanılsama ya da beklentiye gerek
duysun."Aşk" tünelin sonunda göz kamaştıran umut ışığı da değil;
parıltı ve zevk çabaları ile anlamını soldursun. Peki, nedir "Aşk"
dersen; bırak, merakı hep zihninde dursun. Bırak, "Aşk" kalbinin
içinde kaldığı müddetçe layık olduğu anlamı bulsun. Hem bir kulübenin
yoksulluğundan hem de bir sarayın kıskançlıklarından istediği kadar dem
vursun... “Aşk” sıcaklığını sol
tarafımda hissedecek kadar yaklaştığımda, yalnızca ve yalnızca orada tarif
edebileceğim bir şey olsun. Alfabeler yetmez zaten bu dili konuşmaya,
konuşabilsem bile insanlar anlamaz gülüşünün içimi ısıtan o sihirli etkisini… “Aşk” bu; felsefemin öğretisini tamamen içine
sindiren, tuhaf biçimde var oluşundan memnun, hiçbir duruma karşı büyük
beklentileri olmayan, ön yargıların çabalama gereği duymaksızın kırıldığı tek hece.
Ve sen…
En sevdiğin yazarların, en sevdiğin tatların, en sevdiğin
mevsimin ve en yakınındakilerin kim olduğunu adı “Aşk” olmadan bilmek istediğim
tek adam… O kadar çok yazmak istiyorum ki aslında; ama kurduğum her cümle
tiyatro dekoru gibi görünüşe yakın, özüne oldukça uzak olacak biliyorum.
Kalbim yoruluyor böyle zamanlarda…
Çünkü bizim, bizi eğlendiren şeyleri değil de bizi
kederlendiren şeyleri konuştuğumuz zamanlarımız var. Senin o mütevazı haline
eşlik eden sakin tavrın… Sonra, bakışlarında koca bir okyanusun derinliği var.
Sende başka bir ses, kalbinde başka bir tını var. Elimi tutarken kim bilir
günde kaç sevgilinin geçtiği o dar sokaklarda başka bir onur, başka bir gurur
var.
İnsanlar…
İnsanlar ruhsal gözün kaçınılmaz optik yanılsaması altında
bir tutsak. Sırf bu yüzden “Aşk” başlangıcından bakıldığında sonsuz, yolun
sonundan geriye bakıldığında ise kısa ve anlamsız görünüyor. Oysa bizim hayatımızda
bir gezginin adımları var. Ne kadar uzağa yürüsek de, ne kadar çok yaklaşsak da
“Aşk” görünenden farklı bir biçime
dönüşebiliyor…
Ve ben…
İşte bu yüzden hiçbir zaman tarif edemem aşkı. Çünkü bu,
kimsenin tanımlayacağı bir şey değil. Çünkü insanlar her aşkın kendi içinde ne
kadar özel olduğunu hiçbir zaman anlamayacaklar…
Ve seni ne kadar beklediğimi…
Dışarısı çok soğuk. Ama
içimde bütün buzları kırmış bir rüzgar var. Bu gece gözyaşlarımda kimsenin
göremeyeceği bir özlem var…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)