Sayfalar

23 Eylül 2010 Perşembe

Mavi İstanbul


Kolsuz pencerenin tam önüne oturdu… Hava bu kadar sakin sema bu kadar bulutsuz iken yağmur müjdeleyen arsız bir karaltının nerden çıktığını kestiremedi… Bir martının çığlığı yaprak kıpırdatmayan ılık rüzgâr gibi doldu odanın içine… İlelebet süreceğini sandığı derin sessizliği kabzasından fırlamış hançer gibi boydan boya yırtıp attı iki kesik öksürük… Hava iyice kararıp da dışarının gölgeleri odayı kapladığında isteksizce kalktı yerinden; ışığa uzandı, içindeki karanlığı da tek bir hareketle yok edebilmeyi diledi o an, gözleri doldu… Arkasına döndü İstanbul’u kirli bir pencereden süzdü… Kaçıp gitmek gelse de içinden korktu… Gitmekten, gidip de varamamaktan değil, varıp da dönüş yollarını kaybetmekten geride bıraktıklarını yerinde görememekten de değil, gittiği yerde kendini bulmaktan, bulduğundan korkmaktan korktu, savurdu cesaretten bir haber düşüncelerini… Kafasını kaldırdı, yüreğini delip geçti kırık aynada gördüğü bir çift göz… Bir müddet seyretti yüzünün şeklini… Seyretmeyi, seyrederken en derinini görebilmeyi işte o an öğrendi… İnsanları uzaktan seyrederken onlara her zamankinden daha yakın olabileceğini düşündü, bakışlarını tekrar pencereye, dikkatini İstanbul’a İstanbul’un içinde bir parça kendini taşıyan insanlarına yöneltti… Hüzünlerini eskitti bir kenarda mutlulukları koşuşturdu küçük odada, tebessüm hissetti dudaklarında, ukala bir gülüş… Çaresizce bakındı etrafına, ne birbirleri ile yarışırcasına geçen arabalar ne de gecesi gibi soğuk insanlar dindiremedi sızısını… Üşüdü, mavi İstanbul gibi, sonsuzluk gibi masmavi hırkayı aldı çay lekesi ile kirlenmiş koltuktan… Bir kenara fırlatıp attığı düşüncelerini yeniden hatırlamak, kaybettiği hafızasını yeniden canlandırmak gibiydi annesinin ördüğü bu mavi hırkayı giymek… Uzak bir noktaya takıldı gözü daldı, saatlerce takılı kaldı gözleri aynı yerde... Oyun oynadığı bahçeleri hatırladı, oraya davet etti yalnızlığını… Çocukken dünya kocaman bir oyun bahçesiydi onun için, oysa sadece hayal kurabildiği ölçüde ona aitti artık bu bahçe… Hayallerini bulutların arkasına gizledi, özlemle bir gökkuşağı bekledi rengârenk… Telefonu çaldı, arayan annesi olmasa açmayacaktı; biliyordu ki annesi de onun kadar yalnız onun kadar özlem doluydu… Telefonu açtı annesi konuştu o dinledi sonra sustular, sessizlik dakikalarca sürdü ve ardından hoşça kal… Konuşamamıştı, ruhu kapalı kapılar ardında kitli, bedeni ise kendinden çok uzaklarda idi… Kırgın değildi ruhunu bedeninden ayırana ama yine de öfkesine hâkim olamadı… Kendine yabancı bedenini zar zor ayakta tuttu... Sisli pencereler arkasındaki samimiyetsiz tavırlardı ruhunu kaçıran, insancıl gelmeyen soğuk yüzlerdi gülüşünü solduran… Sıkıldı bir kitap aldı başucundan, aradıklarını içinde bulamayacağını bilerek okudu, biraz rahatladı… Derin nefes aldı yeniden uzaklara daldı… Güneş batarken soğuk hislerini koyu kızıl ateşe verdi doldurdu yüreğinin demliğini, hüzünlerinin kaçış öyküsü bitmeden hayatının en can alıcı yerinde ruhunun bedenine dönmesini diledi… Olması gereken yer henüz adını bilmediği bir yerdi… Suni sancılarından sıyrılıp en gerçek haliyle sabrına direndi… O günü hep bekledi ve bekleyecekti…


                                                                                    GÜZİN GÜZEY

19 Eylül 2010 Pazar

Tarçın Masalı =)

Kendim yaptım diye övmüyorum ama aslında bu muhteşem şeye kurabiye demek pek doğru olmaz. Tarif bildiğimiz kurabiye gibi biraz tecrübelerden biraz da benim orijinal fikirlerimden yola çıktı. Damağımdaki tada kalsa ona çok antik, masalsı bir isim bulmam lazım =) Siz bu kadar abarttığıma bakmayın çok kolay ama çok lezzetli bir şey =) Deneyin ve lütfen yerken beni hatırlayın =)


MALZEMELER:

250 gram margarin
3 çorba kaşığı tozşeker
3 su bardağından bir parmak eksik un
1 tatlı kaşığı tarçın
1 paket kabartma tozu
1 su bardağı dövülmüş fındık


ÜZERİ İÇİN:

1 tatlı kaşığı tarçın _ 2 çorba kaşığı pudra şekeri


YAPILIŞI:

Margarini eritip ocaktan alın ve tozşeker ilave edin.
Şeker eriyinceye kadar karıştırın.
Elenmiş un, kabartma tozu, tarçın ve dövülmüş fındığı ilave edip yoğurun.
Hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar kopartıp avucunuzun içinde yuvarlayın.
Kurabiyeleri yağlanmış tepsiye dizin.(Yağlı kağıtda kullanabilirsiniz)
Önceden ısıtılmış 150C fırında 30-35 dk pişirin
Kurabiyeler ılıkken pudra şekeri tarçın karışımına batırıp servis edin

AFİYET OLSUN....


                                                                  Güzin GÜZEY....

GECE



Gece bir başıma, kentin ışıklarına dalıp gidiyorum… Binlerce acıya boyalı İstanbul bu kez benim acılarıma tanıklık ediyor… Eylül ama nedense soğuk karlar yağıyor düşüncelerime… Anılarım beyaza gömülü… İz bırakmıyor artık çabadan yoksun yürüyüşler... Anlamsız bir göçü var kuşların, anlamsız bir yağmurdan kaçış insanlarda, anlamsız bir umut, öylesine azalmasını bekliyorum içimdeki acının… Hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden… Masamın üstü rüyalarla örtülü bir toz yığını, bardaklarda gülen dudakların izi var… Birkaç bayat bisküvi eşlik ediyor taze anılarıma, kimliğini kaybetmiş bir ben ve yine uykusuz geceler…


Az sonra yağmur yağacak, gecenin karanlığı ile ahenk içinde yıldızlarımı ve ayımı kaplayan bulutlar… Şimdi çıksam sokağa, iliklerime kadar hissetsem yağmuru, sırılsıklam olsa tüm yaşadıklarım sonra dilimde bir şarkı, anlatmaya kalemsiz kaldığım hislerime tercüman olsa, yürüsem yürüsem sokaklar boyu ne fark eder…


Gece bir başıma uzanmış düşünüyorum, gözlerim tavanın kusurlarını inceliyor… Birazdan kalkacağım bu yataktan ve çaresizliğe doğru yürüyeceğim… Kendi kusurlarımın üzerini örteceğim yalanlarla aynada kendimi seyrederken… Hayat akıp geçerken ellerimin arasından içimde gizli kalmış sevgilerim açığa çıkmamış heyecanlarım bir türlü hayata geçiremediğim pembe rüyalarım çınlatacak boş koridorları…


Gece… Duvardaki gölgemle oynadım biraz; kuş oldum çok uzaklara uçtum yeşile, çiçek oldum renk renk açtım odamda… Düşüncelerimi özgür bıraktım hapis kaldığı odalardan sonsuzluğa… Bir suçluluk duygusu kapladı içimi, durdum kıpırdayamadım… Öfkemi biledim bir kılıç gibi, daha ağır geldi acılarımı boşluğa bırakmak… Yaşanmamış zamanlarımın, yaşanmış öykülerimin içinde boğuldum boğuldum…


Uzun gecelerin yorgun savaşçısı oldum… Yüreğim ağır geliyor bana, hayata karşı bir yenilgi bir boş vermişlik hâkim uykusuz gecelerime… O kadar ağır ki kafamdakiler yastığımda düşüncelerimin izleri var... Nereye gitsem gri bulutları da sürüklüyorum peşime… Ne zaman kaçsam yüreğim o kocaman haliyle dikiliyor karşıma…


Gece… Ben yine yüreğimin sesini dinliyorum, kaçmıyorum ızdıraba dönüşen acılarımdan… Bu gecede ay paramparça oldu, bir bir döküldü yıldızlar İstanbul sokaklarına… Öyle olsun… Yaşanacak çok fazla yalnız gece var önümde bu ne ilk nede son… Şimdi bıraktım sarsın beni tüm anılarım, yüreğim nereye isterse oraya gideceğim, dibine kadar yaşayacağım bu gece hüznü, mutluluğun değerini çok daha iyi anlayabilmek için, yenilenebilmek için…                                                          
                         
                                                                     GÜZİN GÜZEY

17 Eylül 2010 Cuma

RUHUN MELODİSİ

Eski bir heyecanı hatırlatır gibiydi kulağına fısıldayan melodi… Kâğıdın beyazlığı kadar temiz, kurdelenin kırmızısı kadar ateşli… Sımsıcak ısıttı içini melodinin sonsuzluğuna gizlenmiş notalar… Yüreğine aktı nehirler… Tren rayları gibi uzayıp giden düşüncelerini sardı, ıslattı kupkuru bir mevsimin hasatsız bahçesini… Topu yan bahçeye kaçmış bir çocuk kadar ürkekti görmeyi unutmuş bir çift göz… Sımsıkı kapadı gözlerini, direndi uzak diyarların yorgun aydınlığına… Bir bayram neşesi vardı sol yanında, oturduğu yerden kalktı koşacaktı çocuklar gibi yemyeşil çayırlarda, ayakta duracak hali yoktu oysa… Daha da yaklaştı sese, şimdi notalar daha bir yakından çınlattı kulağını. Neydi bu? Zamanın durması akreple yelkovanın yerine çakılması gibiydi melodi, doğanın ilkbaharın gelişini kutlaması, güvercinlerin özgürlüğe kanat çırpması gibiydi şifa dolu ezgiler… Geriye baktı, bir ağaç gölgesi buldu, oturdu. Yazmalıydı! Aykırı, aykırı olduğu kadar başına buyruk, sakıncasız bir sürü satır, satır aralarına saklı notalar... Tüllere sarılı bir silahı sandıktan çıkarır gibi buz kesti on parmağının onu da… Kafasını kaldırdı, elleriyle havayı okşadı, ılık bir meltem sardı dört tarafını… Dinledi dinledi… Yumak gibi sarıp attı geçmişini, sıyrıldı kabuğundan… Hayat olmalıydı bu, yaşamak yazılmış masalları teker teker… Heyecan artık içini ısıtmayan bir Eylül güneşiydi, terledi oysa… Bileğinden tokasını çıkardı topladı omuzlarına dökülen saçlarını… Birkaç kâğıt kapıldı rüzgârın cazibesine, uçtu maviliğe… İçinden bir öykü yazmak geldi, bir yalnızlığı öteki ile buluşturmak satırlarında… Yazdı yazdı… Sürekli bir gülümseme yerleşti yüzüne, büyük bir ustalıkla kovdu tüm hüzünlerini… Ağaçlar çiçeklerinin kokularını hediye etti, kokladı, içine çekti şehvetli bir hale bürünen havayı… Yazmalıydı, hayallerinden uzaklaştı tekrar notaların peşine takıldı… Her şey bir kimliğe büründü, kalem içini döktü her bir kâğıt ayrı ayrı dinledi… Düşündü insan bazen çocuk olmalıydı tıpkı bugün gibi bir balon gördüğüne sevinmeliydi, bazen bir yetişkin değişik hayatları görebilmek için… Kocaman olmalıydı kimi zaman aşkı kucaklayabilmek için bazen kendi bazen herkesten bir parça ama en önemlisi hüzünlerden sonra mutlu olabilmeliydi tıpkı bugün gibi… Ne hoş bir histi duyduğunun ruhunda uyandırdığı, yazdıkça derinleşti… Aşkını söyledi usul usul akan suya, dalların arasından gülen rüzgâra, öten kuşa... Doğa kıskançlığın doruğundaydı… Kalemini usulca bıraktı, son kez okudu yazısını, notalar her yerdeydi, rüyaları kâbuslardan kurtulmuşçasına korkusuz kapadı gözlerini uzandı yeşile… Sahi neydi bu? Aşktı bu randevusuz gelen… Biliyordu artık bir öyküydü aşkı, hep yazılacak; ama sonu hiç gelmeyecek…

GÜZİN GÜZEY

'' Bir sesde aradığım ilhamın nurunu bana ulaştırdığı için TUGAY ÖZDEMİR'e çok teşekkürler ^^ Bu sesi sizde duyun ve yazıyı birde böyle okuyun ''



16 Eylül 2010 Perşembe

Sene 1972...




Sene 1972 söğüt ağaçları var şimdi her yerde bak... Ulan ben mi çok küçüğüm yoksa şu zengin kokulu otomobiller mi… Ben biraz nasıl desem uçuk bir şeymişim, komşular falan öyle dermiş arkamdan, kulaklarımın çınlayışı bundanmış… Çok hayal kurarmışım... Mesela bak şu kırmızı kazaklıyı tanıyor musun? O sonbahar, o güz yağmurlarım benim... Bak şu mavide cumartesi çılgın kalabalıktan uzak kalmış kokmuş biraz koşmuş soluk soluğa bakışları… Bak bu biraz asi o senin beni terk edişlerin; ama nasılda güzel görünüyor. Haaaa az kalsın unutuyordum, bozacı oldum geceleri Fuat abinin cebindeki tarçınım… Artık aşağı mahalleye salıyor beni işin raconu herhalde tarçın diyorlar... Sesim kısıldı biraz ama araya böle senden de cümleler koyuyorum sana söylüyorum sana satıyorum geceyi yavaş iç buz gibi hava...Ninemin çediklerini zorla giydirdi annem ne yapsın kadın, sıcak ayaklarım merak etme…Ulan ne saf kız şu Nebahat beni seviyormuş sanki onda gönlüm varda güzel kız aslında ama benim gönlüm onda değil ki ben başka baharlardayım şuan...Bak buda bizim melodilerimiz biraz mı biraz fa…Şu çiçekçi kızı tanıyor musun peki o benim cebimden neler aşırmadı, çarşamba gecelerimi çaldı benim o gecelerde elektrik kesilir ben sana mum çalardım. sonra, sonrası malum... Sene 1977 ben biraz büyüdüm ama biraz. Gömlek giyiyorum artık kadife kahverengi koca bir adam gibi oldum bıyıklarım büyüyor ümitlerimle omuzlarım daha sert artık çalışmak zor zanaat iş bilmek öfkeli ediyor adamı. usta adam söylüyor ben değil.. Bak şu güvercini gördün mü bembeyaz o cazibelerin sana yaklaşıp ta bir kelime bil edemeyişlerim. Sene 1981 artık o otomobillerden bir tanede bende var pek fiyakalı bişi değil ama arka bagajındaki stepne lazım oluyor altına yazdığım şiirleri saklıyorum. Kimse bilmez bunu bak. az mürekkep yalamadık be şu mahallede bak kırdığım potlar ayağıma batıyor buradan geçince yediğim tokatta hala sıcak hani... Cabası gibi deniz kenarına bir atlı karınca getirmişler uçan balonları olan çocuklar sonra kağıt helvacı pamukçusu macunu bile var... Ne biliyim hangi cehennemdeymiş… Çatı katında saklamış cadalozlar, onları da herhalde biz göremedik tükürdüm yere geçtim. Sene 1985 sen bir görsene beni hala cebimden bilye düşüyor, zannedersin ama gömleğin üzerimde en afilisinden bide ceket aldık para gani... Peder bide taksi aldı bana yolumuzu buluyoruz çok şükür... Ben çıkmıyorum ama Üsküdar’a sürüyorum sadece sonra bırakıp hop mahalleye... Nebahat evlenmiş bu arada ne sevindim anlatamam bide kızı olacakmış… Bir senin ne bok yediğini bilmiyoruz anasını satıyım cümle âlem öğrendi zaten her şeyi neyin tedirginliği bu yüzündeki anlamam ki... Pembe hala korkma... Yanakların avuç içi gibi çizgileri hariç güzelliğine diyecek yok ulan nerdesin ki... Sene 1990... korkma hala 2 otomobil biri taksi stepne hala duruyor merak etme şiirler eski tadında acı ama kafiyeli sevdiğinden çalıyor ha yazdım şuraya bak unutmadan sizin evi almışlar söktürmedim pencerelerini merak etme attığım taşları biriktirdiğin saksı onu da ben aldım... İçinde bir not buldum... Zamanı gelecek yazıyor üstünde... Açmadım biliyor musun sonra zamanı geldi. Açtım... Lalifer sokak 15 numara… Bir dakika durursam namussuzum atlarsın benim yadigâra vın Beşiktaş... Bak buda seçtiklerimiz. Evimiz için aşırıya kaçmadan baktıklarımız saatlerce oturup kendimizi seyretmenin salaşlığı var üstümde sen hala o kadar güzelsin ki... Şu fotoğrafın var ya beni benden alıyor Ah bide seni başköşesine asacak bir duvarım olsaydı da eziyet etmeseydim kaleme ödünç hayaller sarı çizmelinin hesabı kabardı biliyorum ama bir gün bulacağım seni... Her şey en baştan sanki. Sene 1972 söğüt ağaçları var şimdi her yerde...


''Arkadaşım FERHAT KAHRAMAN'a ait bir yazı, ben beğendim, paylaşmamda sakınca görmedi =) umarım sizde beğenirsiniz ''

14 Eylül 2010 Salı

KİMLİKSİZ GECELER


Kendimi çok yalnız hissediyorum bu sabah… Ağzımdan çıkanlar gerçek değil kendime karşı söylediğim bir yalan tüm cümlelerim… Kurgusuz bir oyunun içindeyim, yüreğim kandırılmaya müsait saf bir çocuk… Hatırlayamıyorum dün içtiğim çayda bu kadar soğuk muydu yoksa oda kendini kandırışların sabahı mıydı? Bir bıçak kadar keskin sessizlik, bir vicdan sesi yok derinlerde… Ne kadarda çok istiyorum bu bir huzur sessizliği olsun ne yazık ki bu yalnızlığın sesi, suskun… Gerçekten eminim bu sabah sadece bir kâbus değil soluk soluğa uyandığım… Eğer cevap arıyorsam gözyaşlarımda esir kalmış sorularıma, kulak vermeliyim içimdeki kanat çırpışlarına… Özgür olmak için kendime izin vermeliyim, bu sorulara cevap bulamam kendine kapanışlarda besbelli… Ciğerlerime çekiyorum bu sabah sırlarımı kulağıma fısıldayan yorgun havayı, yalnızlık doluyor baştan ayağa bedenim, hayatı parmak uçlarımda hissediyorum, muzip kalp atışlarımda… Her durduğum yerde duruyor sessizlik, ağaçlar rüzgâra direnirken, kuşlar kanat çırpmaya korkuyor… Daimi bir sarhoşluk içinde bedenim, okuduğum her kitap dinlediğim her melodi yalnızlığımı perçinliyor… Gelecek rüyalarımın yüzü suyu hürmetine mi tüm bu direniş? İçimde fırtınalar kopuyor ne fark eder umursamaz bir kendini kaybetmişlik emrediyor bu sabah hücrelerime… Yalnızlık kadim bir dost gibi sarıyor saçlarımı, üzerimde rahmetli babamın buram buram özlem kokan beyaz hırkası… Şen şakrak bir hafif meşrebin kahkahasını duymak istiyor kulaklarım bu akşam… Rutin ve sakin hayatıma yalancı bir neşe… Kendimi çok yalnız hissediyorum bu kalabalık şehirde doğru… Tekrar nasıl canlanır yerine mıhlanıp kalmış kalbim, hissedemiyorum küçük bir parça kırık kalp daha… Ben ve kalemim çiziyor yolumu bu beni korkutuyor… Yüksekten sonsuzluğa atlamaya benziyor böyle zamanlarda yazmak. Somurtuyor dört duvar arasına sıkışmış gençliğim her baktığım yerden bana bakıyor öfkeli… Kaderimi ellerinde tutuyor bu sabah acımasız bir hâkim, yalnızlığıma hüküm giydirilmiş… Düşüncelerim olmaması gereken yerlerde dolaşıyor… Kocaman bir okyanus da yüzmek istiyor, dikenli yollardan geçmek, çok hızlı bir motosikletin arkasında birine sımsıkı sarılarak hızla kaçmak buralardan… Özgürlüğüne koşmak, yeşile maviye inanmak… Kimse göremiyor gülüşlerimin arkasına saklanmış korkak gözyaşlarımı, kimse duymuyor sessizliği delip geçen çığlıklarımı, aynada görünen bir aciz bu kimsenin kalbine misafir edemediği… Neden her zaman yağmur benim üzerime yağıyor? Güneşi hissetmek için çok mu günahkâr bu beden? Kalabalıktan bu denli soyutlanışım bu yüzden mi? Yalnızlık düşüncelerimi köşeye kıstıran bir kapan bu sabah… Yapamıyorum! Bulutlar kadar hafif, yağmur kadar güçlü, rüzgâr gibi serin duramıyorum… Hoşça kal demek istemiyorum umutsuz düşlerime bu sabah… Kırık bir sandalyenin sallanan bacaklarında takılı hislerim, her an ayrılabilir parçalarına… Düşünmemeyi diliyorum bu sabah tüm saçmalıkları… Işıkları söndürmek kadar kolay olmalı düşüncelerimden arınmak ama işe yaramıyor yalnız yürüyüşler… Yalnızlık en derinimden hissettiğim bir ilk öpücük bu sabah, sıyrılmak imkânsız… Hiçbir yere kıpırdayamam kendi kendime, işe yaramaz bir hiçlik benimkisi… Ne okyanusa açılabilir düşlerim ne dikenli yollarda yürüyebilir kanamadan üzgün kalbim… Birine sımsıkı sarılabilmek bir hayalken henüz pembe rüyalarımda kaçmak boşuna… Özgürlük yalnızlığıma hapis olmuş bu sabah yeşile maviye inat simsiyah düşüncelerim… Uykusuz bir gece daha başlıyor yalancı sabahlara inat… Kapadım gözlerimi, uyku alsın beni… Ancak o zaman kurtulurum kendime kurduğum bu tuzaktan… Yaşamak artık hep yine ve yeniden benim için… İyi geceler yalnızlığım, pembe rüyalar kimliksiz geceler…



GÜZİN GÜZEY

4 Eylül 2010 Cumartesi

Düşlerimden Bir Sandal...


Ağır ağır ilerlemekte zaman… Senden kalma düşlerimi yüklemişim kırık dökük bir kalbin eski sandalına, gündüzlerim ölüm gecelerim aşk… Yolumu gecelerin sensiz iklimlerinde öylesine kaybetmişim ki, ruhum düşlerimin parlak aynasında bile görünmez olmuş… Yakamoz rehberim ağır ağır ilerlemekte sandal… İçimden bir ezgi tutturmuşum notalardan bağımsız sensizliğime ses olur zannediyorum ama derinimden bir çığlık bozuyor ahenkten yoksun melodimi, ağlıyorum… Ağır ağır akmakta gözyaşlarım… Sandalımda rutubet kokusu eski hatıralardan bozma, denizin yükü daha da fazla şimdi, düşlerimle ıslanmış tahtalar… Bir sağa bir sola savurmakta düşlerimi rüzgâr… Bu yolculuğun sabaha kavuşmasını öyle istemişim ki korkmuyorum yükümü hafifletmekten… Baharın yeşiline bu inanış, bu umut yolculuğu… Ağır ağır akmakta sensizlik bedenimden… Havada bir belirsizlik kokusu, kim bilebilir bu yolculuğun sonunu… Gidişim bir kaçış mı ya da bir arayış beklide… İpeksi teninde gizli geçmişim hoyrat ellerden saklı, bir hüzün var bir keyif buruk nakışlarında yüzünün… Sabah güneşi şebekelere ayrılarak renk oyunları gösterirken gelecek umutlarıma bırakıyorum derin maviliğe boynuma dolanmış bu aşk zincirini, kendimi arayışların son karanlığı bu son gecesi… Ağır ağır geçmekte sancım… Zihnimde güneşin ışığı gönlümde ayın ruhu parlamakta... Derin fırtınaların son rüzgârlı sabahı… Öyle kaybolmuşum ki sende, senli düşlerimde düşlerimi yalayan rüzgâr kadar sert sensizlik… Acıtarak kanatıyor teker teker kopardığım dikenler güllere alışık bağrımı… Bırakıyorum geceyle beraber arkamda tüm anılarımı, bu yolculuğun son durağı… Öyle inanmışım ki bu aşkın pembesine, uyanırken gökyüzü pırıl pırıl bir sabaha içimde sadece tozları hüküm sürüyor bu aşk yorgunluğunun… Şimdi sadece bıraktığın bütün hasarı özümsemiş bir kalp, birkaç kırık dökük düş, yorgun bakışlar ve hüznü biraz daha fazla yüklenmiş eski bir sandal senden geriye kalan…



GÜZİN GÜZEY